Yağmurlu bir gündü… Damlalar, sönmüş bir yıldızın, arkasında ışığını bırakıp gidişi gibi kayıyordu pencereden. Orhan, parmağıyla, onların çizdiği yolu takipederken, Hüsne Ana oğlunun yanı başında meyve soyuyordu. “Ana” demişti Orhan, annesinin uzattığı portakal dilimini ağzına götürürken, “Yine anlatsana Sütçü İmam’ın hikayesini.” Hüsne Ana gülümsemiş, “Daha yeni anlattım ya sarı kuzum… Ezberledin zaten.” diye cevaplamıştı onu. Orhan, “Olsun” diye omuz silkmişti, “İyice belleyeyim ki, ben de büyüyünce onun gibi bir kahraman olayım.” Orhan bin kere de dinlese bıkmıyordu bu hikâyeden. Her defasında heyecanlanıyor, küçücük yaşında, iliklerine kadar vatan aşkıyla doluyordu. Bu yüzden asker olmaya karar vermişti zaten… Bir gün tıpkı Sütçü İmam gibi, vatanı için çarpışmak istiyordu o da. “Haydi” demişti tekrar annesine “Anlat.” Hüsne Ana da ne yapsın, başlamıştı anlatmaya sarı kuzusuna… “Kırk yaşlarında, boylu poslu, cengâver bir yiğit varmış. Adı Sütçü İmammış… Süt satarmış. Bir gün, memleketi işgal eden düşmanların bir devriyesi, kadınlarımıza sarkıntılık etmiş. Sütçü İmam bunu görünce, öyle hiddetlenmiş, öyle köpürmüş ki, dükkândan aldığı gibi silahını, ok gibi fırlamış karşılarına. ‘Maraş bize mezar olmadan, düşmana gülzar olmaz!’ diyerek sıkmış ilk kurşunu…” Hüsne Ana hikayesini kim bilir kaçıncı kez anlatırken, elbette bilmiyordu, sarı kuzusunun Sütçü İmam’dan doksan dokuz sene sonra, vatan için mücadele verirken şehadet şerbetinden tadacağını ama sanki hissediyordu ondaki cevheri, daha doğduğu ilk günden beri…*“Sarı kuzum” diye severdi oğlu Orhan’ı Hüsne Ana. “Cennet kokulum” diye diye basardı bağrına… “Tadı başkaydı Orhan’ımın” derdi hep. İki oğlu daha vardı ama onu bir başka severdi. Öyle bir ışığı vardı ki güler yüzünün, çiçeklerden, yıldızlardan daha parlak, ilk yaz yağmurundan sonra çıkan güneşten daha güzeldi. Tatlı bir ılıklık olurdu yüreğinde Hüsne Ananın, oğlunun o yumuşacık, “Anacığım.” diyen dokunaklı sesini duyunca… Sesi gibi yüreği de yumuşacıktı. Samimi, vefalı, derin hisli, inancı sağlam bir çocuktu Orhan. Bütün ilçe, bütün köy çok severdi onu. Edepli bir çocuktu. Cömertti, gönlü genişti. Bir o kadar da sabırlıydı. Hiçbir zaman, hiç kimseye sesini yükseltmezdi. Zaten fazla konuşmayı da sevmezdi. Yerli yerinde konuşurdu daima. Kimseye surat asmazdı, yüzünde her zaman bir tebessüm olurdu. Herkese hoş görülü davranır, kimseye kaba söz söylemezdi. Hayâ sahibi bir delikanlıydı. Hazreti Peygamberimizin gerçek hayânın; haramdan uzak kalmak ve her nefeste ölümü hatırdan çıkarmamak olduğunu söylediği gibi, Orhan da haram olan her şeyden uzak durur, bu dünyada ahireti düşünerek yaşardı. Dini konularda çok iyi yetiştirmişti kendisini. Hiçbir namazı kaçır mazdı. Daha dokuz yaşında iken Kur’anı Kerim okumayı öğrenmişti. Bir gün ilçelerinde gittiği Kur’an kursundan heyecanla dönmüş, ezberinden bir sure okumuş, sonra da “Anne bana ne zaman Kur’anı Kerim alacaksın?” diye sormuştu. Babası, uzakta çalışıyordu o zamanlar Orhan’ın. Ailesine harçlık gönderiyordu. Biraz sıkışık bir dönemleriydi. Anneciğinin elinde parası kalmamıştı, eşinin yine harçlık göndermesini bekliyordu ama Orhan o kadar istekliydi ki sürekli “Anne ne zaman alırsın?” diye soruyordu her gün. Anneciğinin içi gidiyordu, oğlunun bu isteğini gerçekleştirmek istiyordu ya, olmayınca da olmuyordu işte. Nihayet bir iki gün sonra, Orhan’ın babası para yollamıştı da Hüsne Ana, on beş liraya Kur’anı Kerim almıştı oğluna. Sürpriz yapacaktı. Gece uyuyunca, başucuna koymuştu. Sabah uyanıp da gözünü ilk açtığında Kur’anı Kerim’i görsün diye. Gerçekten de Orhan uyandığında, başucundaki Kur’anı Kerim’i görünce öyle sevinmişti ki, dünyalar onun olmuştu sanki. Anneciği oğluna sarılmış “Gül kokulu kuzum.” diye ağlamıştı daha dokuz yaşında, gönlü Allah aşkıyla dolu olan evladıyla gurur duyarak… Oğlunun okuldaki başarılarıyla da övünüyordu anneciği Hüsne Hanım. Çok çalışkan bir öğrenciydi Orhan. Orta ve lise öğrenimini ilçelerindeki okulda tamamlamıştı. Keskin zekâsıyla her dersin üstesinden kolayca geliyor, hep iyi notlar alıyordu. Üniversite sınavlarını kazanmasına kesin gözüyle bakılıyordu ama Orhan’ın önceliği ve bütün isteği vatani görevini yapmak için Peygamber Ocağına gitmekti. Vatan, millet sevgisiyle yanıp tutuşuyordu çocukluğun dan beri… O yüzden, lise biter bitmez hemen askere gitmişti. Orada da yiğitliği ve cesaretiyle üstlerinin sevgisini ve beğenisini kazanmıştı. Her gün vatanı için mücadele etmek ve daha fazlasını yapmak istiyordu artık Orhan. Sıcak çatışmaların içinde yer alıp, vatana ve millete yapılan haksızlıkları gördükçe, içindeki vatan sevgisi de kınından sıyrılmış bir kılıca dönüşüyordu her gün. Başladığı işi yarım bı rakmak istemiyordu. Vatani görevi bitip, memleketine geri döndüğünde, “Anacığım. Ben asker olmaya karar verdim. Uzmanlık sınavı için başvuruda bulunacağım.” demişti annesine. Anacığının içi cız etmişti o zaman. Yalan söyleyecek değildi ya, oğlunun asker olmasını hiç istememişti ana yüreği. “Gitme oğlum, burada iş kurarsın. Yardım ederiz biz sana. Hem evlendiririm seni, çok da güzel düğün yaparım. Yuvanı kurarız.” diye ikna etmeye çalışmıştı ama Orhan kararlıydı; bunca yıldır ilk defa anneciğine karşı çıkmıştı. Onu kırmamaya üzmemeye çalışarak, yine en yumuşak sesiyle; “Olmaz anne.” demişti. “Bana, vatan toprağından daha sıcak bir yuva olamaz. Ben bayrağımı ve sizleri korumak için çalışmak istiyorum. Kararımı verdim, asker olacağım.” Anneciği de o günden sonra ses edememişti ama Allah biliyordu ya, sınavı kazanmasın diye çok dua ediyordu içten içe. Bu arada Orhan da uzman olmak için azimle çalışıyordu. Arkadaşı ile birlikte başvurmuşlardı sınava. Beraber girmişlerdi. Sonunda, Orhan kazanmış, arkadaşı kazanamamıştı. Hüsne Ana, karalar bağlamıştı. Başına ağrılar girmişti günlerce, oğlundan ayrılacak olmak onu kahretmişti. Bu arada Orhan’ın sınava birlikte girdiği arkadaşı, Hüsne Anayı arayıp, “Ben de çok istiyordum nasip olmadı ama Orhan’a nasip etti Rabbim. O benden daha layıkmış. Ne mutlu ona!” deyince, Hüsne Ana da oğlunun bu görevde başarılı olacağını anlamış, Allah evladının gönlüne göre verdi diye şükretmişti. * Orhan’ın ilk görev yeri İzmir’di. Hüsne Ana, oğlu ondan uzakta diye çok üzülüyordu ama bir yandan da İzmir gibi ılıman iklimi olan bir yerde olduğu için seviniyordu, “Hiç değilse üşümüyordur.” diye düşünüyordu. Yine de içinde bir tasa vardı Hüsne Ananın… Oğlunun başına kötü bir iş gelmesinden endişe ediyordu. Sürekli, “Oğlum ne olur kendine dikkat et.” diyordu. Aralarında uzun kilo metreler vardı. Onu sarıp sar malayabilse, ana yüreğinin ma bedinde koruyabilseydi keşke fakat sadece kelimelerle destek olabiliyordu şimdi sarı kuzusuna. Orhan da her defasında, “Sen üzülünce ben de çok üzülüyorum, yapma ne olur.” diyordu. Hüsne Ana onun sesini duyunca, içindeki kasvet, bir an için, üzerine güneş doğmuş gibi kayboluyor, yine çiçekler açıyor du içinde. Tasa ondan uzaklaşıyordu, sonra, başını yastığa koydu mu, yine aynı his gelip çörekleniyordu yüreğine.Vakit böylece geçip gidiyor du. Bir zaman sonra izne gelmişti Orhan. On gün ailesiyle zaman geçirecek, özlem gidereceklerdi. Hüsne Ana, oğlu geldiği için sevinçliydi, içi içine sığmıyordu ama yüreğindeki o his kalkmıyordu bir türlü yerinden. On günlük izin sayesinde, her gün birliktelerdi yine. Dertleşiyor, sohbetler ediyorlardı ama ana yüreği, ne olduğunu o an için adlandıramasa da hissediyordu belki de oğlunun şehadetine doğru yürüdüğünü… Orhan’ın izninin bitmesine birkaç gün kala, mübarek bir cuma günü, Hüsne Ana yine oğlunun en sevdiği yemekleri yapmış, üzerine de en sevdiği tatlı olan, Maraş’ın meşhur dondurmasından ikram etmişti. Sobanın üzerinde çay fokurduyor, kışın son mandalinalarının kabukları hoş bir koku yaysın diye sobanın üzerinde çıtırdıyor du. Sıcacık, huzurlu bir andı… Orhan dondurmasından bir kaşık aldıktan sonra, anacığına bakıp, “Ayakların ağrıyor mu yine?” diye sormuştu. Hüsne Ana, “Yok oğlum.” demişti, “İyiyim artık. Bir şeyim yok.” Oğluna söylememişti üzülmesin diye, lakin sızım sızım sızlıyordu yine ayakları. O saklamaya çalışsa da Orhan anlamıştı, çok iyi tanırdı annesini. Çok düşkündü her evlat gibi… Onun ilerleyen yaşına rağmen hâlâ çalışıp, didinmesine kahroluyordu. O yüzden ağrıyordu ayakları da. Bütün gün çalışmaktandı hep… Neden sonra, ellerine aldı anacığının ayaklarını, altından öptü. “Cennet annelerin ayakları altındaymış ama ben seni zaten cennete götüreceğim anne.” dedi. Annesinin göğsü daraldı o an, nefesi kesildi sanki; “O nasıl söz, bana böyle şeyler söyleme oğlum” dedi. Orhan “Kötü bir şey demedim ki anne. Hem ben şehit olursam, devletimiz çok iyi bakar size. Kardeşlerime iş verir, sen de artık yorulmaz, rahat edersin.” dedi. Annesinin yüreği sıkıştı iyice. Neler düşünüyor du bu çocuk böyle.“Konuşma öyle şeyler, bak üzüyorsun beni.” dedi Hüsne Ana. “Hadi, sen Cuma Namazına git” diye gönderdi onu yanından. Gözünden akacak yaşları görsün istemiyordu. Orhan gittikten sonra uzun uzun ağladı Hüsne Ana. Bunca zamandır içini sıkıştıran, adını bir türlü koyamadığı o his, oğlunun dudaklarından dökülüvermişti çünkü bir anda… Şehit olacaktı evladı, o da hissediyordu tıpkı Orhan’ın hissettiği gibi… * Orhan, cuma namazını kılıp eve döndüğünde, bir telefon gelmişti. Komutanıydı arayan. “İzinler iptal.” demişti. On gün bile kalamamıştı Orhan, baba evinde. Hüsne Ananın yürek yangını yeniden tutuşmuştu şimdi, oğlu şehit olmaya gidiyordu. Anasıyla birlikte hazırlamışlardı valizini. Evden çıkarken kapının önünde durup, “Bayrağımız evimize asılacak yakında. Kapının sağ tarafına, tam şu köşeye asın e mi anacığım? Oraya çok yakışır Şanlı Bayrağımız.” demiş ve gitmişti. O kapıdan son çıkışı olmuştu bu Orhan’ın, son girişi de al bayrağına sarılı tabutuyla olacaktı.Zeytin Dalı Harekatı başlamış, görev için Suriye’ye gitmişti Orhan. Afrin’de zulüm edilen sivil halka destek olup, onları terörden kurtarıp, özgür yaşamalarını sağlamak için çıkmıştı yola Türk Askeri, Orhan da o yiğitlerin arasındaydı. Hüsne Ana, gurur duyuyor du oğluyla, fakat her konuştuğunda oğluna, “Dikkat et düşmanın tuzaklarına.” diyordu. Duyuyordu hep oradan, buradan; “Sobalarda, mutfaklarda, giysilerin altında bombalı tuzaklar olabiliyor.” diye. Hatta Kur’anı Kerim’i, yüce Rabbimizin emanetini kullanarak bile tuzak kurabiliyordu düşman. Anneciği biliyordu oğlunun Kur’anı Kerim’e olan saygısını. Çocukluğundan beri, hep başının üzerinde taşır, yüksek yerlerde muhafaza ederdi anneciğinin ona aldığı kutsal kitabı. Özenle okur, öper öyle koyardı yerine. Saygısı büyüktü Allah’ın emanetine. O yüzden tekrar tekrar söylüyordu oğluna, dikkat etsin, tuzağa düşmesin diye. Bunları düşündükçe, kurdukça uykuları kaçıyordu Hüsne Ananın. Allah’a emanet diyor du ya, aklından da bir an olsun çıkaramıyordu sarı kuzusunu. * 13 Mart 2018’den, yani onu oğlundan ayıran, o karanlık günden birkaç gün önceydi. Tuhaf rüyalar görüyordu Hüsne Ana ama içindeki kötü hisse rağmen hayra yoruyordu gördüklerini. Ana yüreği işte, yakıştıramıyor du oğluna fena hiçbir düşünce yi. Kovuyordu aklından, gelgelelim o ne kadar kovsa da kara haber tez duyuluyordu… Zeytin Dalı Harekatı kapsamında, Dermeşkanlı bölgesinde arama tarama faaliyeti esnasında, yerde gördüğü Kur’anı Kerim’ i alıp yüksek bir yere koyarken, tuzaklanmış olan EYP’nin infilak etmesi sonucu şehadet şerbetinden tatmıştı Orhan. Dini İslam olan bırakır mı Allah’ın kelamını yerde, o da bırakamamıştı işte ve Peygamber Efendimize komşu gitmişti gencecik bir fidanken… Şimdi, söz verdiği gibi cennete götürecekti annesini ve evlerinin kapısından son kez çıkarken dediği gibi; şanlı bayrağımız, o kapının yanına çok yakışacaktı… Şehit Uzman Çavuş Orhan Sürmen gibi, cennete uğurladığımız ve vatanımızı, istiklalimizi, birlik ve beraberliğimizi canları pahasına savunarak, şehadet şerbetinden tadan bütün şehitlerimizi rahmetle, minnetle anıyoruz. İnandığı değerleri canı pahasına savunan, korkusuz yiğitlerimizin mücadeleleri sayesinde bu millet ilelebet var olmaya devam edecektir. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.