Yüreği bu satırlardaki gibi vatan, millet ve bayrak sevgisiyle dolu bir yiğidin annesinin evindeyim. Şehit Önder Güzel’in annesi Gülşen Teyze’nin… Bu not, onun mezuniyet albümüne yazdığı bir sayfadan… Kayıkçı Kul Mustafa’nın dizelerini alıntılayıp, gönlündeki vatan sevgisini bir kez daha nakşetmiş o sayfalara. Gülşen Teyze’nin saçlarındaki aklar, yüzündeki derin çizgiler oğluna olan hasretinin bir nişanesi gibi karşılıyor beni… Her tarafta oğlu Önder’in fotoğrafları, anıları var… Gülşen Anne nin bağrını dağlayan ıstıraptan, dizlerinin feri kesilmiş adeta ama bana yine de ikramda bulunuyor. Sonra yumuşacık ses tonuyla anlatmaya başlıyor usul usul; “Ben böyle değildim, kapı gibi sağlamdım. Beni bu hale Önder’imin gidişi getirdi.” diyor. Arka arkaya geçirdiği üç diz ameliyatından sonra ayakta zor durur hale gelmiş ama her şeye rağmen dimdik bir şehit annesi var karşımızda. Canevinden vurulmuş 70 yaşında bir anne Gülşen Teyze. Oğlu Önder Güzel, Ankara Özel Hareket Daire Başkanı Yardımcısı, 2. Sınıf Emniyet Müdürü. 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminde, vatanını ve milletini korumak için canını feda ederek, şehadet şerbetini tadan kahraman polislerimizden biri… “Teyzem” diyorum saygıyla, “Bana oğlundan, Şehit Önder Güzel’den biraz bahseder misin?” Bir an düşünüyor Gülşen Teyze… Sanki bir şeyleri yerli yerine oturtmaya çalışıyor. Sonra, “Yavrum alınan ilaçlardan mı yoksa oğlumun acısından mı bilmem, çok unutur oldum bu aralar.” diyor, “Hiçbir şey hatırlayamadım sen sorunca.”Bir an duruyoruz öyle… Nede olsa yaşayan bilir bu yangını. Bekliyorum bu mübarek kadının kendini hazır hissetmesini… Biraz oradan buradan konuştuktan sonra öyle bir başlıyor ki anlatmaya, kelimeler ardı ardına dökülüyor dudaklarından; yanağına dökülen gözyaşları ile birlikte. Çünkü konuşan dili değil,yüreği. Çünkü yüreğe yazılan hiçbir şey unutulmaz, ben de yüreğimle dinliyorum onun anlattıklarını, hiç unutmamak için. Şehit Önder Güzel’in vitrinde duran üniformalı fotoğrafına bakarak başlıyor anlatmaya Gülşen Teyze… “Beş çocuğumun en büyüğüydü Önder.” diyor. “Çok hareketli, çok akıllı bir çocuktu. Beni hiç üzmezdi. Onu yokluk içinde büyüttüm. Evimiz okula çok uzaktı. Yürüyerek gider gelirdi. Ayağında doğru dürüst bir ayakkabısı bile yoktu. Soğukkuyu ya da lastik ayakkabı giydirir dim; o da su alırdı içine. Naylon sarardım ayağının etrafına. Yoktu başka. Çoğu zaman aç gider gelirdi. Kuru bir ekmeğe muhtaç olduğumuz günler oldu. Bir keresinde öğlen yemeğe geldi. Yiyecek bir şey yok evde, ben kıvranıyorum “Önüne ne koysam?” diye. Anladı halimden, “Anne, sen üzülme. Bir acı soğan da mı yok evde? Onu getir, ben soğan da yerim.” demişti. Sonra bir an duraksadı Gülşen Teyze. Gözlerime baktı ve derin bir iç çektikten sonra ekledi. “İnan yavrum, o an soğan bile yoktu.” dedi gözünden bir damla yaş akarken… Mendil uzattım hemen. O nurlu ellerini uzatıp mendili aldı. Gözlerini silerken devam etti.“Öyleyken bile çok merhametliydi yavrum. Bir keresinde bir komşum, ‘Gülşen, senin bu oğlan cennetlik kesin…’ demişti.Ben merak edip, ‘niye?’ diye sormuştum, anlatmıştı kadın. Meğer, okul yolundaki köpek yavrularına kendi imkanlarıyla barınak yapmış oğlum…” Gülşen Teyze buruk gülümsedi “Benden gizli ekmek koyarmış cebine evden çıkarken. Kendi aç gezerken, onları doyururmuş.” Bir an duraksadıktan sonra, oğluna olan özlemi gözlerinden okunarak devam etti anlatmaya. “Okumayı da çok severdi. Ona kitap defter alacak paramız yoktu. Yolda gezerken bulduğu gazete parçalarını toplar, onları okurdu çoğu zaman. Bir gün, toprak evimizin damı akmıştı, onu onarmıştı. Çalışmaktan elleri şişmiş, su toplamıştı. Damdan aşağı inince de ‘Bu böyle olmayacak, ben okuyacağım ana.’ demişti ve ondan sonra okumak için daha da bir gayret göstermişti.” O sıra kalktı yerinden, ağrıyan dizlerinin üzerine güçlükle basarak etajere doğru yürüdü. Kapağını açtı, içinde Önder’den kalan kitapları gösterdi. “Bak” dedi, “Bunların hepsini okudu oğlum.” Bana uzattığı bir kitabı elime aldım, defalarca okunmaktan aşınmıştı sayfaları… Bazı yerlerin altı çizilmiş, bazı sayfalar katlanmıştı kaldığı yerleri unutmamak için. Gülşen Teyze devam etti bu sırada anlatmaya. “Yatılı okudu ortaokuldan sonrasını, Polis Akademisinde. Yazları gelir gelmez, buğday pazarında arpa, buğday yükleyerek çalışmaya başlardı. İzinlerde, tatillerde gelmezdi. Neden sonra kendisi anlattı, meğerse gelecek yol parası yokmuş yavrumun. O yüzden gelemezmiş. Arkadaşları dışarı gezmeye giderken, ona da gel derlermiş ama parası olmadığından çıkmazmış onlarla. ‘Benim dersim var, ödevim var’ dermiş. Meğer parası yokmuş kuzumun. Öyle zorluklarla okudu yavrum ama çok iyi yerlere geldi. Tek başına, bileğinin hakkıyla.” Gülşen Teyze yine bir duraksadı, sehpada duran suya uzanıp, bir yudum içtikten sonra devam etti konuşmasına… “Yurt içi, yurt dışı çok yere gitti, çok çalıştı. Babası öldükten sonra evin tüm yükünü omuzladı. Kardeşlerini okuttu, onların tüm ihtiyaçlarını gördü. Baba oldu onlara. Bizim için evlenmeyi bile düşünmedi senelerce. Benim zorumla, otuzuna geldiğinde bir akraba kızıyla görücü usulü ile evlendi. Karısını görmeye gittiğimizde, ‘Anam sen beğendiysen ben de beğendim’ deyip hanımıyla evlendi. Sonunda ikna olmuştu evlenmeye. Çünkü küçük iki kardeşi ondan önce evlenmişlerdi. Nişanladık ve üç ay içinde düğün yaptık. Gelinim de ona iyi bir eş oldu ve üç güzel evladı var şimdi…” Bunu dedikten sonra, sehpanın altında duran albümü çıkarıyor heyecanla. Sayfalarını açıyor tek tek, bir yandan fotoğrafları gösterip bir yandan anlatıyor… “Evlenir evlenmez Paris’e gitti yavrum. İlk çocuğu Paris’te oldu. Sonra Adana’da, İzmir’de, Adıyaman’da Türkiye’nin birçok yerinde görev yaptı. Özel Harekatta göreve başladı oğlum. İlk görev yeri Adana’ydı. Orada 24 yıl aynı kurumda hiç ayrılmadan görev yaptı. Doğu’da gezmediği dağ yoktur herhalde. En son nisan 2016’da, Şırnak Silopi’ye göreve gittiğinde 38 gün kalıp, ‘Anam, bayrağı asıp dönüyoruz.’ dedi. 38 gün boyunca, her gün haber izledim gece gündüz. Yalvardım o zaman ‘Gel oğlum görevini değiştir, Özel Harekatı bırak’ diye ama dinlemedi.‘Anam ben görevimi değiştirirsem, o değiştirişe kim bekleyecek bu vatanı, kim koruyacak?’ dedi; kabul etmedi. Daha sonra Adıyaman’da görev yaparken hastalandı oğlum. Kanser oldu, akciğer kanseri… Ankara’ya geldi o yüzden tedavi için. Çok riskli olduğundan ameliyat etmedi doktorlar. ‘Moralle yenecek bu hastalığı’, dediler. Onun yanında dişlerimi sıktım, ağzımda diş kalmadı ama ağlamadım, ağlayamadım” dedi Gülşen Teyze. O sırada gözleri ıslandı yine, oğlunun yaşadığı ıstırabı tekrar yaşıyordu sanki… Bir an yutkunup devam etti tekrar yaralı anne; “Kemoterapi aldı, ışın aldı, ilaç verdiler. Saçı, sakalı döküldü, tanınmaz hale geldi ama üç aylık tedavisi sırasında hep destek oldum, moral verdim evladıma. ‘Senden beteri var, iyileşeceksin’ dedim, aynaya baktırmadım aylarca. Üç ay aynı odada ikimiz kaldık… Bana söylemedi ama hanımına, bir yaşındaki en küçük kızı için demiş ki; ‘O beni tanımadan, ben ölmem merak etme.’ Sonradan duydum bunları, biz üzülürüz, ben üzülürüm diye hiçbir şeyini söylemezdi. Sonradan duyardım… Arkadaşları da çok destek oldular, çok geldiler, gittiler… Hepsi ayrı ayrı överdi onu, yiğitliğini, mertliğini… Bir gün dayanamadım ‘Neden bu kadar övüyorsunuz oğlumu’ diye sor dum; ‘Teyze biz yaşıyorsak bunu oğluna borçluyuz. Senin oğlun çok ölümden kurtardı bizi’ dediler. Çok kollardı etrafındakileri çok… Öyle cesur, öyle babayiğitti. Onların canı için kendi canını hiçe sayardı. Yiğitti mertti, cömertti, yardımseverdi benim aslan oğlum. Bir keresinde izindeyken arkadaşlarının şehit haberi gelmişti. Üç arkadaşı şehit düşmüştü. ‘Onların arasında niye ben de yokum, niye izine geldim, ben niye şehit olamadım?’ diye kendini paralamıştı, çok üzülmüştü günlerce. Ben çok isimlerini bilmezdim arkadaşlarının ama bir tanesinin adı Ahmet’miş. Geçici görevle gittiği Hakkâri’nin Şemdinli ilçesinde, son görev gününde şehit olmuş. Ona çok ağladı. Hatta Umre’ye birlikte gideceklermiş, hazırlık yapmışlar. Onun da üç kızıvarmış, Önder gibi…” Bir anda sustu Gülşen Anne. Gözünden bulutlar geçti o an, kelimeler boğazında düğümlendi… Bütün bu yaşanmışlıkları tekrar hatırlamak onu yordu diye düşünerek, “İsterseniz bırakalım, sonra devam ederiz.” dedim. Gülşen Anne başını “Hayır” anlamında salladı vakur ve güçlü duruşuyla, “Ben bu anılarla her gün yaşıyorum. Kendime anlatıyorum tekrar, tekrar. Oğlumla hasret gideriyorum böylece… O yüzden devam edelim, bir mahsuru yok.” dedi. Devam ettik…“15 Temmuz gecesi de aynı fedakârlığı gösterdi yavrum… Eşi izindeydi o dönem, bizim yanımıza Aksaray’a tatile gelmişti torunlarla beraber. Bir gün önce telefon açtı. ‘Anne, çok perişanım buralarda, ne olur bir an önce çocukları gönder’ diye… Ben ‘Olmaz, biraz daha kalsınlar’ dedim ama karısını da aramış çağırmış. Dayanamadım, gönderdim gelini ve kızları. Meğer, son kez görmek için çağırmış onları.”Gözünden yaşlar akmaya başladı tekrar… Konuşmadı bir süre, ben de sustum onunla beraber… Konuşursam anılarıyla arasına girecekmişim gibi bir hisse kapıldım, bekledim. Neden sonra kendisi konuşmaya devam etti. “Sanki hasret gidermekmiş niyeti evladımın ama doyamadılar birbirlerine. Daha bir gece önce gitmişti karısı yanına, özlemini giderememişti bile. Darbe girişiminin olduğu o gün de izinliymiş, evdeymiş haberi aldığında. Öncesinde kızlarıyla çok güzel zaman geçirmiş…” Derin bir nefes alıp devam etti; “Çok düşkündü karısına ve kızlarına, en çok da kızlarına… Onlara bir baba olduğu kadar arkadaştı da. Sanki, kendi tadını çıkaramadığı çocukluğunu yaşıyordu onlarla. Bir aradayken öyle coşkulu, öyle mutlu oluyorlardı ki, o babayiğit adam evde kızlarıyla oynarken, küçücük bir çocuk olup çıkıyor du adeta. O gün de izinli olduğundan, yine birlikte gezmişler, sohbet etmişler, köpek barınağına uğrayıp hayvanlara mama vermişler, çok güzel bir gün geçirmişler ama sonra…” dedi ve nefesi kesildi sanki. Yine suyundan bir yudum içti Gülşen Ana. Konuştukça içinin yangını daha da büyüyordu belli ki. Söndürmek için bütün bir bardağı bitirdi tek nefeste ama sönmüyordu o yangın, sönmeyecekti… Bunu ikimiz de biliyorduk. “Haber geldikten sonra, karısı ‘gitme’ diye yalvarmış ama dinlememiş. Gitmem lazım demiş. ‘Vatanı korumak beklemez’ demiş. Bir an önce Gölbaşı Özel Harekat Polis Merkezine varıp görevinin başına geçmiş yiğit oğlum. Oraya Özel Harekat kursu görmeye gelen kursiyerleri akademinin ormanına göndermiş ama kendi geri dönmüş, saklanmamış. Üç grup gitmiş, son grupta da kendi ve arkadaşları hazırlığı tamamlamış çıkacaklarken, kapıda, Özel Harekatın kapısında şehit olmuşlar… O gece benim canımı ve 41 şehidin ocağını, ciğerimizi yaktılar bizim, yavrum.” Bir süre duraksadı bunu söyledikten sonra ve devam etti Gülşen Ana; “Çok acı gördüm. İki dağ gibi kardeş, anne, baba… Çok can kaybettim ama hiçbir şey buna benzemiyor, gitti giden, gelmiyor. Acep şu Aksaray’ın hepsini, her şeyimi versem geri gelir mi giden? Çok zor çok…” diye bitiriyor sözlerini gözyaşlarıyla Gülşen Ana. O gece, 15 Temmuz 2016 gecesi, Gülşen Begüm, Elif Sude ve Deniz’in babası, anacığının kıymetli oğlu, kardeşlerinin göz bebeği, eşinin kahramanı Önder Güzel, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığına yönelik gerçekleştirilen bu tehdide karşı, vatanı korumak için canı pahasına koşa koşa gittiği görev yeri Gölbaşı Özel Harekat Daire Başkanlığında, kanının son damlasına kadar çarpışarak, onun gibi vatana gönülden bağlı onlarca polisimiz gibi şehadet şerbetini tattı. O gece, Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın çağrısı ile sokaklara dökülen ve tankların karşısına dikilen bu millet, Şehit Önder Güzel gibi şerefli polislerimiz ve askerlerimizle tek vücut olup bir destan yazdı. Dünyaya bir kez daha Türk’ün kim olduğunu kanıtladı. O kahramanlar, bu ulu görev sonunda, şanlı bir tarih yazarak, şahadet mertebesine ulaştı. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” Türkiye Cumhuriyeti’ni ve milletini korumak için şehadet şerbetinden içen bütün şehitlerimizi rahmetle ve minnetle anıyoruz.