Hava pırıl pırıldı o gün Hakkâri’de. Sanki Nurcan Hanımın çocukluğunun bayram günlerine benziyordu. Bütün doğa tek vücut olmuş, bir bayram, bir düğün kutluyordu adeta. Öyle bir coşku vardı ki dallardaki yapraklarda, çiçeklerin tepesinde dolanan arılarda, ekmeğinin peşindeki karıncalarda, adeta yaz, yaklaşmakta olan sonbahara meydan okuyor gibiydi… Nurcan Hanım, on bir aylık oğlu Bedirhan’la birlikte, eşinin görev yaptığı birliğe doğru gidiyordu sevinçle. Sürpriz yapacaklardı ona. On beş gündür görüşmüyorlardı. Arabayı Nurcan Hanım kullanıyordu. Bedirhan, arkada bebek koltuğunda oturuyordu. Evlerinin neşesiydi Bedirhan doğduğu günden beri. “Altın top” derler Anadolu’da bebeklere. Hikayesi bile vardır hani… İki aile varmış. Birinci aile çok zengin ama mutsuz, ikinci aile ise çok fakir ama mutluymuş. Zengin adamın karısı, fakir çiftin mutluluğuna bir anlam veremiyor, onlara gıptayla bakıyormuş. Bir gün kocasına “Bu insanlar, onca yoklukta nasıl oluyor da bu kadar mutlu kalabiliyorlar merak ediyorum?” demiş. “Gidip bir sor bakalım. Bir sırları varsa biz de öğrenelim…” Zengin adam da merak ediyormuş zaten. Gitmiş, fakir komşusuna sormuş. “Komşu, siz bu zor şartlara rağmen çok mutlusunuz. Nasıl oluyor bu?” diye… Fakir de cevap vermiş: “Çünkü bizim bir altın topumuz var.” Adamın bu hikâyede altın top diye bahsettiği, çiftin bebekleriydi elbette. Küçük Bedirhan da Nurcan Hanımla eşinin altın topuydu işte. Sadece onların da değil, bütün sülalenin neşe kaynağı olmuştu tatlı Bedirhan. Dayıları, amcaları, halaları herkesin gözdesiydi. Hele anneannesi ölüp bitiyordu torununa. Başka bir hali vardı doğduğu günden beri. Işıl ışıl parlıyordu, saçları, gözleri, kirpikleri… Her bebek güzeldi ya, Bedirhan bir başkaydı… Cennet kokuyordu. Doyamıyordu torununa Suudiye Hanım. Kızına hep diyordu, “Lojmana çıkarsanız yanınıza geleceğim. Dayanamıyorum torunumun hasretine.” diye. Nurcan Hanım da çok istiyordu bunu, eşinin yokluğunda evde annesinin varlığını hissetmek ona da iyi gelecekti. O yüzden hemen başvurmuşlardı lojmana. Çıkar çıkmaz, annesini de alacaktı yanına. Nurcan Hanım, annesinin yanında memlekette kalabilirdi aslında ama eşinin tayini Hakkari’ye çıkınca onu yalnız bırakmak istememişti. “Gitme.” demişti annesi, eşi, dostu. Fakat Nurcan Hanımın, Allah’ın sevgisini kaybetmekten başka korkusu yoktu. “Sen nereye gidersen, ben de oraya gelirim.” demişti eşine. Hemen tası tarağı toplamış, kocasıyla beraber yola çıkmıştı, bebekleri Bedirhan’la beraber. Eşi çok mutlu olmuştu. Çünkü oğlunun yanında olması büyük bir moral kaynağıydı dağlardaki zor görevini yaparken. Yine de endişeleniyordu hem karısı hem de evladı için. Görev yaptığı yer tehlikeliydi, başlarına bir şey gelmesinden çekiniyordu ama Nurcan Hanım oğlunun babasın dan uzak büyümesini istemiyor du. Babasız büyümenin ne demek olduğunu biliyordu çünkü. Oğlu, babasının varlığını, soluğunu yanında hissetsin istiyordu. Nurcan Hanım, çok düşünceli, çok iyi bir anne, çok iyi bir eşti. Kendi halinde, ailesi içinsaçını süpürge eden fedakâr bir kadındı. Aynı zamanda üretken ve çalışkandı. Kendini her zaman geliştiren biriydi. Biçki dikiş kursuna gitmiş, evine katkı sağlamak için dikiş öğrenmiş, ehliyet almıştı. Bilmediği bu yerde, tek başına, daha bir yaşına bile varmamış bebeği Bedirhan’la çok güzel ilgileniyor, hiç şikâyet etmeden her şeyin üstesinden tek başına geliyordu, ta ki o melun saldırıya kadar… * Zaman zaman daralan, zaman zaman genişleyen virajlı yollardan geçerek eşinin bulunduğu üsse doğru gidiyorlardı oğluyla beraber. Yol kenarına ağaçlar dizilmiş, ara sıra rüzgar esince sanki onları selamlıyor gibi görünüyordu… Ağaçlar başını her eğdiğinde, katıla katıla gülüyordu Bedirhan Bebek. Bir oyuna çevirmişlerdi bu yolculuğu annesiyle. Ana oğulun o güzel kahkahaları, Hakkâri’nin tepeliklerinde kötülük yapmaya hazırlananlara inat, daha güçlü çıkıyordu sanki ama onların şen kahkahaları kötüleri yenemeyecekti bu defa… Yolculukları sürerken, bir ara yolunu kaybetti Nurcan Hanım, harita onu yanlış bir yere yönlendirmişti. Hemen, yol kenarında gördüğü birine sormuştu gideceği yeri. Hiç aklına gelmiyordu elbette bu sorduğu basit sorunun, hayatlarını baştan aşağı değiştireceğini… Hiç aklına gelmiyordu, bir insanın, bir anayla bir oğula kıyabileceği… * Biraz sonra, babasının bulunduğu karargâha varmıştı Bedirhan ve annesi. Onlar geldikten sonra, birlikte, öyle bir sevinç dalgası yayılmıştı ki sanki bir anlığına terör ve kötülük namına hiçbir şey kalmamıştı o topraklarda… Bir çocuğun gülüşü değiştiriyordu bütün bir dünyayı. Bedirhan babasına kavuşmuş, kucağından inmiyordu. Başında babasının kepi, gülücükler dağıtarak, asker selamı veriyordu ağabeylerine… Herkesin neşesi olmuştu bir anda. Babası, hasretle kucakladığı evladıyla gurur duyuyor, kokusunu içine çekiyordu. Doyamıyordu öpmeye, koklamaya. Büyümüştü sanki görmeyeli. Annesi, “Büyüdü tabii babası.” dedi, artık emekleye emekleye bütün evi turluyordu. Çabuk yürüyecekti belli, babasına çekmişti. Hasret giderirken, zaman hızla akıp geçmişti. Daha konuşacak çok şey vardı ama gitme vakti gelmişti artık. Nurcan Hanımın asker eşi, son kez öptü kokladı Bedirhan’ı kucağında. Bunun, oğlunu kucağında son tutuşu olduğunu bilmeden… Vedalaşırken, az önce gülücükler dağıtan Bedirhan, etinden et kopar gibi ağlamaya başlamıştı. Sanki dönüş yolunda yaşanacakları hisseder gibi, şehadetlerinin haberini babasına verir gibi susmamacasına, “Bizi koru baba!” dercesine ağladı ama anlamadı babası. Anlasa bırakır mıydı hiç onları? * Nurcan Hanım, eşiyle vedalaştıktan sonra, tekrar yola çıktı küçük Bedirhan’la beraber. Bu sırada eşi de arkadan, onları gözlemeye başladı. Sağ salim uzaklaştıklarından emin olmak istiyordu. Her şey normal görünüyordu başta. Fakat, Nurcan Hanımın kullandığı araç, birlikten birkaç kilometre uzaklaştıktan sonra büyük bir patlama sesi duyuldu. Öyle güçlü bir patlamaydı ki bu, kulaklar bir süre sağır oldu. Toz, duman birbirine karıştı. Teröristler, Bedirhan ve annesinin içinde bulunduğu otomobilin dönüşü sırasında, yere tuzakladıkları bombayı patlatmışlardı gözlerini bile kırpmadan, vicdanları titremeden. Nurcan Hanım adres sorduğunda, planlamışlardı her şeyi… İçinde bir kadın ve bir bebek olduğunu bilerek. Bile, isteye patlatmışlardı bombayı! Bir bebeğe ve annesine kıymışlardı. Bedirhan’ın babası önce inanamadı olana bitene! Oğlunun ve az önce ona hayır duaları eden karısının içinde olduğu araba, gözlerinin önünde bir alev topu gibi yanmış, savrulmuştu. Eli, ayağı titreyerek, silahını alıp, arkadaşlarıyla beraber fırladı birliklerinden. Nefesi kesilene kadar koştu, paramparça olan arabaya doğru. Araba yirmi metre öteye sürüklenmişti patlamanın etkisiyle. “Yaşıyor olsunlar.” diye dualar ederek başlarına geldiğinde Nurcan Hanım çoktan ruhunu teslim etmişti Allah’a… Minik Bedirhan ise kan kaybediyor, yaralı bir kuş gibi can çekişiyordu düştüğü yerde… Kurtulur belki dedi, kucakladı ama olmadı, kurtaramadılar kınalı kuzuyu. O da melek annesinin ardından, şehadet şerbetinden tattı. Süt kokulu bedeni, o gün, acıya kesti Bedirhan’ın.Babasının koklamaya kıyamadığı, gözünden sakındığı, saçının teline bir zarar gelse dünyayı yakacağı el kadar yavrusunu, terör söküp aldı bağrından o gün. Halbuki yirmi gün sonra, memlekete gidecekti daha annesiyle birlikte. Yine bugünkü gibi atlayacaklardı arabaya. Güle, oynaya yollar gidip, torununu çok seven, pamuklara saran Suudiye Hanıma kavuşacaklardı. Suudiye Hanım, torununa ördüğü mavi yeleği sırtına giydirecek, nazar değmesin diye okuduğu muskasını yakasına iliştirecekti… Memleket toprağında, anasının, babasının bağrında büyüyecekti daha Bedirhan. Yeni yeni emeklerken, yürümeyi, sonra koşmayı öğrenecekti. Bayramlarda babasının elini öpüp, harçlık isteyecekti. Okula gidip, abeceyi sökecekti. İlk karnesini getirdiğinde, babası bisiklet alacaktı ona. İstiklal Marşını sular seller gibi ezber den okuyacaktı. Çarpım tablosunu bir çırpıda söyleyiverecekti. 23 Nisan’da bütün dünya çocuklarının iyilik ve kardeşlik içinde yaşaması için yazdığı şiiri okuyacaktı sınıfın önünde. Öğretmeni “Aferin!” diyecek, yakasına bir kurdele iliştirecekti. Heyecanla eve gelip, annesine gösterecekti gururla, “Bakın” diyecekti “Öğretmenim aferin verdi bana.” Sonra yıllar geçecek, kocaman, yağız bir delikanlı olacaktı. Asker olmak isteyecekti belki babası gibi ya da doktor… Belki de öğretmen fakat her halükârda vatanı için hayırlı bir evlat olacaktı ama oldurmadılar. Bir vatanı topraksız koymaya çalışanlar, bir sabiyi daha günyüzü görmeden nefessiz koydular! Daha on bir aylıkken, el kadar bir bebeyken, şehit oldu Bedirhan. Öfke nedir, hainlik nedir, terör nedir hiç bilmeden… Anacığıyla el ele bir parka dahi gidemeden melekler alemine yürüyüp gittiler… * Ay yıldızlı bayrağımıza sarılı iki tabut geldi hemen ertesi gün Hakkâri Dağ Komanda Tugay Komutanlığına. Birinin önünde Nurcan Hanımın fotoğrafı vardı, diğerinde ise boş bir çerçeve. Küçük, masum bir bebek tabuta hiç sığar mıydı? Sığmazdı! Sığdıramazlardı! Şehit bebeğimizin anneannesi Suudiye Teyzemizin söylediği o yürek yakan sözlerdeki gibi; “Onlar bir çocuğumuzu öldürür, bizim bin çocuğumuz yeniden doğar. Onlar bir katleder, biz bin doğarız.”* Doğduk da… Bu saldırıyı yapan zalimler den, çok değil, iki sene sonra Bedirhan ve annesinin hesabı soruldu… Sen artık rahat uyu Bedirhan, anacığının gül kokulu bağrında ama bil ki bize rahat yok bundan böyle. Tıpkı bundan önce de olduğu gibi. Biz senin için ağlamaya devam edeceğiz, sen anneciğinle el ele cennetinde gülerken… Yüreğimizdeki öfke; terör, bu topraklardan silinene kadar soğumayacak, içimizdeki ateş ilelebet sönmeyecek. Söz Bedirhan, söz sana…