MANSUR CENGİZ
1995-2015
Şehir: Siirt
Doğum Yılı: 07.11.1995
Şehadet Yeri ve Tarihi: Ağrı, 02.08.2015
Görevi: Er

Siirt’in Botan Vadisi’ni gören, Rasıl Hacar’ın, o uçsuz bucaksız manzarasından aşağı bakıyordu Mansur. Ortaokula gidiyordu daha o zamanlar… On bir, on iki yaşlarındaydı. O uçsuz bucaksız, dik ve sarp vadinin tepesinde, her gün böyle, arkadaşlarıyla birlikte okul çıkışı gelip, oyun oynuyor, vakit geçiriyorlardı. Vadinin o eşsiz manzarasına nazır, kayalıkların üzerine çıkıp, taş yarıştırıp, avazları çıktığı kadar bağırarak eğleniyorlar, çocukluklarını yaşıyorlardı. Elbette yaptıkları çok tehlikeliydi. Çünkü yerlerde ufak taşlar vardı ve zemin çok kaygandı. Her an içlerinden birinin ayağı kayıp, uçurumdan düşebilirdi. Aileleri bilse, onları kapı dışarı koymazdı bir daha ama çocuk akıllarıyla, yaptıkları işin tehlikesini fark etmiyor, fark etseler bile akıllarında esen kavak yelleri yüzünden sonunu düşünmüyorlardı. O gün, içlerinden daha büyük, daha güçlü görünen bir çocuğun aklına bir fikir gelmişti. “Ağabeyim anlattı.” diyerek heyecanla lafa girmişti. “Eskiden, bu kayalıklarda, gençler ve çocuklar cesaret oyunu oynarlarmış. Kazanan da grubun en güçlüsü kabul edilirmiş.” diye ağabeyinden duyduklarını anlatmıştı. Hepsi merakla sormuştu oyunun kurallarını. Basitti aslında, iki kaya arasından atlayabilen grubun en cesuru seçilecekti. Tabii aşağıya düşmeden! Kayaların aşağısı uçurumdu. Vadiden yaklaşık üç yüz elli metre yüksekte bulunuyorlardı. Bu şimdiye kadar oynayacakları en tehlikeli oyundu. Çocuklar korkmuş, birer ikişer geri çekilmeye başlamışlardı. Korkmamak işten bile değildi ki… Bir tek Mansur ve köyün o en güçlü çocuğu kalmıştı atlama yarışına katılmak üzere. Onlar da korkuyordu ama ikisi de önce “Varım!” dedikleri için şimdi geri adım atamıyorlardı.Nefesler tutulmuştu. Mansur cevval, cıva gibi, atik bir çocuktu. Dağ, taş, dere, tepe her yere tırmanır, ağaçların tepesinden inmezdi. Bir o kadar da korkusuzdu ama bu defa, aşağı baktıkça ayakları titriyordu. Diğer çocuk da öyle ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere. Mansur “Atlayacağım.” demişti, atlayacaktı. Geriye doğru açıldı, açıldı… Tam hızını alıp, diğer kayaya doğru sıçramak üzere koşacakken, babasının, “Mansur” diye kükreyen sesiyle irkildi, yerine çakıldı kaldı. Diğer çocuklar da öyle… Oyun, başlamadan bitmişti! * Eve geldiklerinden beri Mansur’un babası hiç konuşmuyordu. Mansur, yanlış bir şey yaptığının farkındaydı. Bağırsa, kızsa da haklıydı ama böyle susması, onunla hiç konuşmaması çok üzüyordu onu. Öyle hayran, öyle düşkündü ki babasına, büyüdüğünde, onun gibi ahlâkı güzel, olgun, yardımsever, cesur bir yiğit olmak istiyordu. Gıpta ediyordu, cesaretine ve çalışkanlığına. Arkalarında babalarının olduğunu bilmek, ona da kardeşlerine de güven veriyor du daima. O yüzden, babasının kendisine gönül koymasına çok üzülüyor, onun gözünde puan kaybetmekten ötürü canı çok sıkılıyordu. Birkaç gün böyle geçmişti. Mansur her fırsatta konuşmaya, özür dilemeye çalışıyordu ama babası sanki o yokmuş gibi davranıyordu. Mansur, kendisiyle tekrar konuşsun diye iki misli çalışıyor, iki misli söz dinliyor, annesine, kardeşlerine, herkese yardım ediyordu ama yine de babası, “Bana mısın?” demiyordu. İnatçıydı, Mansur da ona çekmişti zaten. O da babası gibi bir karar verdiyse, sonuna kadar giderdi. O yüzden bir süre sonra, üzerine varmamaya, uslu uslu, onun kendisiyle konuşmasını beklemeye karar verdi, işlediği kabahati bilen bir çocuk olarak. * Birkaç gün sonra babası, kırılan ahırın kapısını tamir ederken, Mansur da ona yardım ediyordu. Neden sonra orada duran kandili göstererek, “Bak.” dedi, “Şurada duran kandili görüyor musun?” Mansur sevindi. Uzun zamandan sonra, ilk defa konuşmuştu babası onunla. O yüzden heyecanla, “Görüyorum.” dedi. “Peki, gaz yağı olmayan kandil yanar mı hiç?” diye sordu bu defa da oğluna. Mansur hiç düşünmeden, “Yanmaz, elbet. Bir işe yaramaz.” diye cevapladı. Babası, “Aynen öyle…” dedi “Cesareti olmayan adam da gaz yağı olmayan kandil gibidir, bir işe yaramaz.” Mansur anlamaya çalışarak babasına bakarken, “Ama, cesaret dediğin de hiçbir şeyden korkmamak demek değildir. Korkularına rağmen, yapılması icap edeni yapmak, yapılmaması gereken için de kararlı olmak demektir cesaret.” diyerek devam etti sözlerine. Sonra geldi, oğlunun iki yanağını okşadı elleriyle, “Yani diyeceğim o ki… Hiçbir şeyden korkmayana cesur değil, cahil denir! Çünkü hayatta korkacak şeyler de vardır. Sen öyle cesaretli ol ki, korkularına rağmen, amacına ulaş ve yaptığın her neyse, bir insanın, bir vatanın, bir milletin canına değsin! Hora geçsin! İşte cesaret dediğin budur.”* Bu olayın üzerinden yıllar geçmiş, Mansur büyümüş, fidan gibi bir delikanlı olmuş ve vatani görevini yapmak üzere Ağrı’ya gelmişti. Doğubeyazıt İlçesi Karabulak Karakoluna yakın bir yerde nöbetteydi, babasıyla yaşadığı bu anıyı hatırladığı sırada. Babasının sözleri, o günden beri kulağına küpeydi Mansur’un. Sık sık hatırlıyor, cesur olmanın ne demek olduğunu, tekrar tekrar anlatıyordu kendisine. Yüreğindeki yiğitlik ateşini, o günden sonra hep faydalı işlerde kullanmayı öğrenmişti. Çünkü cesur olan insan, bir olaya atılırken, kendi nefsini değil, önce başkalarını düşünürdü. Yaptıklarıyla övün mez, uğruna çabaladığı değerlerle övünürdü. Mansur da öyleydi. Bayrak, vatan, din ve aile onun en büyük övünç kaynaklarıydı ve onlar uğruna canını feda etmeye hazırdı. Çocukluğundan beri, kimin yardıma ihtiyacı varsa, Mansur orada olurdu. Şimdi de kıyımın ve zorbalığın olduğu yerde, zorbalığa karşı durmaya, teröre meydan okumaya gelmişti! Daha on iki gün önce davullarla, zurnalarla uğurlanmıştı köyünden, yeni görev yerine. Babası övünüyordu oğluyla. Onun iyi huyu, erdemi ve asaletiyle… Çok iyi bir asker olacağını biliyordu. Gerçekten de daha yeni asker olmasına rağmen, zekâsı ve çalışkanlığıyla, çok sevindirmişti kendisini. Heyecanı ve cevvalliğiyle, her işin üstesinden gelmeye başlamıştı haftası bile dolmadan. Sık sık babasıyla telefonda konuşuyorlardı. Babası, onun halini hatırını sorduğunda, her zaman “Çok iyiyim.” diyor du, “Burada bize çok iyi bakıyorlar. Sağlığımız yerinde çok şükür.” Yine de babası dayanamıyor; “Bak oğlum.” diyordu, “Tehlikeli bir süreçten geçiyoruz. Ülkemizin üzerinde büyük oyunlar oynamaya çalışıyorlar yine. Gözünüzü dört açın, sakın uyumayın!” diye tembihliyordu onu her telefon konuşmalarında. Mansur, “Uyumam baba merak etme.” diyordu. “Vatanım ve milletim için hep tetikte olacağım. Affetmeyeceğim vatanıma kem gözle bakanları.” Fakat son konuşmalarında, sesinde başka bir hal var gibiydi oğlunun, öyle gelmişti babasına. “Kol kırılır yen içinde kalır.” derler ya, Mansur da hep sıkıntılarını içine atar, pek fazla paylaşmazdı; ailesini, sevdiği insanları üzmemek için. Yine derdi neyse söylemeyecekti, biliyordu babası ama telefonu kapatmadan önce sor du; “Niye sesin böyle yavrum? Korkuyor musun yoksa?” diye… Mansur kendinden emin, “Hayır baba. Korkmuyorum. Ben, hak bildiğim yolda yürüyüp, son mermime kadar düşmanla çatışmaya devam edeceğim. Terör bu topraklardan silinene kadar! Allah’tan gayrı hiçbir şeyden korkum yok.” Dediğini yapacaktı Mansur, babasıyla konuştuktan hemen sonra, tuttuğu nöbet sırasında, Ağrı ilinin Doğubeyazıt ilçesi Karabulak Karakolunda Peygamber Efendimize komşu olacaktı. Hem de görevinin daha on ikinci gününde. * Mansur nöbetini tutarken, bir terörist, iki ton bomba yüklü traktörle, Karabulak karakoluna saldırı düzenlemek üzere, oraya doğru ilerliyordu. Bombayı patlatmak amacındaki terörist, Mansur’u ve Adıyamanlı silah arkadaşını fark etmemiş, onları hiç hesaba katmamıştı. Bu sırada Mansur, pür dikkat nöbetteydi. Tıpkı babasının, son telefon konuşmalarında da söylediği gibi, arkadaşlarını korumak için gözünü bile kırpmıyordu. Uyumamalıydı. Teröristler, en küçük zafiyeti bile değerlendirmek için tetikteydi, sû uyur, düşman uyumazdı. Mansur, korkusuzca ama olabilecekleri de tahmin ederek bekliyordu. Güzel bir ağustos gecesiydi oysa ki, dağların arkasından yankılanan cırcır böceklerinin sesi duyuluyordu. “Ne garip.” diye düşündü Mansur, “Allah’ın yarattığı bunca güzelliği yok etmek için uğraşmak niye? Çok yazık…” diye mırıldandı… Bu sırada, karakola doğru yol almakta olan, bomba yüklü traktörü fark etti. Hemen, nöbet tutan diğer arkadaşını da uyardı Mansur. İkisi beraber, mevzi alıp, teröristle sıcak temasa başladılar. Mermi yağdırıyor lardı üzerine. Çatışma bir süre devam ettikten sonra, terörist nihayet vuruldu ancak, bombayı da patlatmıştı. O anda yer yerinden oynadı. Çok güçlü bir bombaydı. Öyle ki, nizamiye kapısından yüz metre ileride patlamasına rağmen, karakolda bulunan diğer askerler de yaralanmış, binanın tuğlaları üzerlerine dökülmüştü. Mansur Cengiz ve arkadaşı, bombadan kurtulamayarak şehadet şerbetinden tatmıştı… Patlama sırasında kırk askerimizin içeride bulunduğu karakoldan kayıp verilmemişti lakin, o kırk askerimiz kahraman şehitlerimiz Mansur Cengiz ve silah arkadaşının teröristi fark edip, cesaretle ve kahramanca ateş edip çatışmalarının sayesinde kurtulmuşlardı. * Şehadetinin ardından, şehidimiz Mansur Cengiz’in babasına, oğlunun gösterdiği bu kahramanlık sebebi ile Siirt Valiliği tarafından, Cumhurbaşkanlığımızca hazırlanan Devlet Övünç Madalyası tevcih edildi. Şimdi bu madalya, Mansur’un çocukluğunun geçtiği evlerinin salonunda, vitrinde gururla sergileniyor ailesi tarafından. Acılı ailenin içi yansa da oğullarının bu kahramanlığıyla övünmeye, fedakâr ve cesur oğullarıyla gurur duymaya devam ediyorlar. Şehit Er Mansur Cengiz gibi, vatanın birlik ve bütünlüğü için gözlerini dahi kırpmadan canlarını feda eden şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Aziz şehitlerimizin kahramanlıkları sayesinde şanlı Türk bayrağı, ilelebet göklerde dalgalanmaya devam edecektir. Şehidimizin, ruhu şad, mekânı cennet olsun.