Uçsuz bucaksız, yeşilin her tonunun boy verdiği çayırların ortasında, tek katlı beyaz bir evin bahçesindeydi İrfan, kardeşi Nadire’yle beraber. İrfan, becerikli çocuktu, daha küçücük yaşında bahçenin çitlerini onarıyor, Nadire de ağabeyine yardım ediyordu… Çok iyi anlaşırdı iki kardeş. İrfan, hem ağabeyiydi onun hem de en yakın arkadaşı. Hemen anlamıştı…Okuldan geldiğinden beri kardeşinde bir haller vardı, “Neyin var deli kız?” diye sormuştu. Nadire boynu bükük, “Bugün. En uzun günmüş… Öyle dedi öğretmen.” demişti. İrfan “Evet, 21 Haziran. Ne güzel yaz geldi işte. Buna mı sıkıldın?” Nadire başını sallamıştı. “Yarın annem beni çarşıya götürecekti, yeni entari almaya. Bugün en uzun günse hiç bitmez, o zaman yarın da olmaz.” İrfan, gülmüştü “Kız deli.” demişti, “Olur mu öyle şey. Yatacağız kalkacağız yine yarın olacak. Sadece hava geç kararacak, en uzun gün o demek…” Nadire seviniver mişti hemen, “Öyle mi sahiden İrfan Ağabey?” İrfan, “Öyle tabii…” demişti, “İnanmıyorsan sayalım dakikaları. On beş dakika sonra, güneş batacak bile…” İki kardeş bir ağacın altına oturup saymaya başlamışlardı dakikaları. “Bir, iki, üç…” diye… Bu sırada güneş batmaya başlamıştı yavaş yavaş… * İrfan, Şırnak’taki birliğinde, güneşin batışını izlerken bu anıyı hatırlamıştı gülümseyerek. Yine o anıdaki gibi, günlerden 21 Hazirandı. En uzun gün… İnsan büyüdükten sonra her gün aynıydı gerçi, geçmek bilmiyordu zaman. Hele ailenden ayrıysan… Çok özlemişti onları. Son günlerde hiç aklından çıkmıyorlardı. Artan terör olayları sebebiyle izinler durmuş,bir türlü memleketi Tunceli’ye gidip annesi, babası ve kız kardeşi Nadire’yi görmek nasip olmamıştı. Hepsi burnunda tütüyordu. Tek tesellisi, anacığının elleriyle örüp, birliğe gelmeden önce İrfan’ın eline tutuşturduğu yün eldivenleriydi. Bir çift örgü eldiven ve bol bol duayla uğurlamıştı annesi İrfan’ı Şırnak’a. Tüm ailesinin duasını ve desteğini yüreğinde hep hissetmeye devam eden İrfan, en kısa zamanda bir fırsatını bulup ailesini görmeye gitmek istiyordu ama Cudi’de görev, kahraman Türk askeri için bitmiyordu. Teröristler bir an bile boş durmuyor, saldırılarına devam ediyorlardı. Bu nedenle İrfan ve silah arkadaşları daima tetikte ve görevlerinin başındaydı. Bu sırada bir haber geldi. Birliklerine yakın bir bölgede, bir grup asker, teröristler tarafından kurulan pusu sonucu yaralanmıştı ve bulundukları tepenin kodunu vererek yardım çağrısında bulunmuşlardı. Hızlıca hazırlanmaya başladılar. O sırada içine bir sıkıntı çöktü İrfan’ın. Ailesiyle konuşma ihtiyacı duydu. Sanki şehadete ereceğini hissediyor, son kez ailesiyle helalleşmek istiyordu. Hazırlığını hızla tamamlayıp, komutandan izin alıp, ankesörlü telefona koştu hemen. Jetonu telefona atıp, ezberindeki evinin numarasını çevir di. İki, üç çalıştan sonra açıldı telefon. İrfan, anacığının buram buram memleket kokan sesini duydu. “Anacığım benim. Nasılsınız?” diye sordu. Anacığının eli ayağı titredi sevinçten. İrfan’ın, oğlunun sesini duyduğu için. Kadıncağız elinde ahize, “Yavrum!” dedi heyecanla, “Yolunu gözlüyoruz, nasıl olalım. Hep dualarımızdasın” deyip, başladı ağlamaya. Anneciği, çok düşkündü İrfan’a. Sesini her duyuşu bayramı oluyordu yaşlı kadının. Oğlu Şırnak, Cudi’ye göreve gittiğinden beri kulağı telefonda, gözü televizyondaydı. Bütün çocuklarını vatana, millete hayırlı evlatlar olarak yetiştirmişlerdi. İrfan da vatanını, milletini, bayrağını sevip, sayıyordu. Mesleğini severek ve isteyerek seçmişti ama ana yüreği işte, biricik oğlu için endişeleniyordu. Dualarını eksik etmese de yine de kötü bir haber gelecek diye korkuyordu içten içe… Bu yüzden her sesini duyduğunda yüreği ferahlıyor du kadıncağızın, içine su ser piliyordu… Ah bir de o güzel yüzünü görebilseydi oğlunun, dünyalar onun olacaktı fakat bunun mümkün olmadığı, kısa bir zaman sonra anlaşılacaktı… Kadıncağız ağlamaktan, konuşamıyordu bile. Öyle olunca, hemen kızı Nadire almıştı telefonu annesinin elinden. “Ağabeyciğim! İyiyiz, üzülme sen.” diye… İrfan’ın içi cız etmişti, anacığının gözyaşları yüreğine kor gibi düştü. “Söyle anama, ağlamasın” dedi, “Yakında izin alıp geleceğim. Kavuşacağız.” Nadire de “İnşaallah ağabeyciğim. Sen bizi hiç merak etme, kendine iyi bak, biz o zaman iyi oluruz.” dedi. İrfan, “Ben göreve çıkacağım birazdan. Hani o en uzun gün saydığımız gibi, say da çabucak geçsin bugün olur mu?” diye rica etti kardeşinden. Nadire “Olur ağabeyim. Sayarım. Sağ salim git gel inşaallah.” diye cevapladı onu. Bu sırada jetonu bitti, ses kesildi. Yenisini atacak ve tekrar arayacak zaman yoktu. İrfan, kapattı telefonu. Hissediyordu, Nadire ne kadar sayarsa saysın dakikaları, saatleri, o gün, İrfan’ın ömrü hayatının en uzun günü olacaktı. *İrfan ve silah arkadaşları, çağrı üzerine hızla hazırlanmış askerlerin bulunduğu bölgeye gitmek üzere yola çıkmışlardı. Zırhlı araca doğru giderlerken, cebinde anacığının ördüğü eldivenler vardı İrfan’ın. Anneciğinin elinden gelse onu korusun diye bir zırh bile örerdi. “Canım anam.” diye düşündü. Bir daha görebilecek miydi acaba o gülen yüzünü? İrfan’ın da içinde bulunduğu destek timi, bölgeye ulaşabilmek için bir noktadan sonra helikoptere binmişti. Ne var ki yaralıların bulunduğu bölge, helikopterin inemeyeceği tepelik bir noktadaydı ve İrfan Çiftçi ile arkadaşlarının bölgeye varabilmek için uygun bir yerde inip yürümeleri gerekiyordu. Ellerinde silahları, üzerlerinde üniformaları ve yüreklerinde cesaretleriyle helikopterden indiler. Şimdi daha da dikkatli olmaları gerekiyordu. Etraf bomboş ve sessiz görünüyordu ama düşmana karşı tetikte olmak mecburiyetindeydiler. Her an, bir pusuya düşme tehlikeleri mevcuttu. Arazi engebeliydi, düz yolda yürümeye benzemiyordu bu alanda yol almak. Her adımda ellerindeki silahlar biraz daha ağırlaşıyor, ayaklarındaki postallar yere biraz daha ağır basıyor du. İrfan anacığının ördüğü yün eldivenleri giymişti, onlar elindeyken sanki tüm ailesi onun elini tutuyor gibi hissediyordu. Attığı her adımda annesi, babası ve kız kardeşi Nadire’nin gücünü hissediyordu yanında. Önce Allah’a sonra onlara sığınarak, yoluna devam ediyordu. İrfan ve silah arkadaşları, bir yandan hızla bölgeye ve asker lere ulaşıp yardım etmek istiyordu ama diğer yandan oraya yürümek bile yormuştu onları. İrfan’ın silah arkadaşlarından biri, aniden durmuştu. “Bu şekilde devam edemeyiz. Karşı koyacak gücüm kalmadı…” demişti. Başka bir arkadaşı daha durup ona hak vermiş, “Ben de yoruldum, biraz durup dinlenelim. Yoksa gitmemiz bir işe yaramayacak.” diye onaylamıştı. İrfan ise itiraz etmişti, “Kardeşlerimiz bizden yardım bekliyor. Şimdi böyle pes edemeyiz. Biz can kurtarmaya gidiyoruz.” demişti. “Oyalandığımız her dakika, her şey için daha geç olmasına neden olabilir. Sonradan pişman olacağımız bir şey yapmayalım.” diyerek yürümeye başlamıştı. İçinden, maneviyatını daha da güçlendirsin diye, Tevbe Suresi 52. Ayetini tekrarlayarak yürümeye devam etti grubun en önünden… “…De ki: Sizin bizim hakkımızda beklediğiniz, ancak iki güzellikten biridir. Bizim sizinle ilgili beklentimize gelince, Allah, ya katından bir belâ gönderecek veya sizin cezanızı bizim elimizle verecektir. O halde sonucu siz de bekleyin, biz de sizinle birlikte bekleyelim.” Başka bir şey beklemiyordu İrfan… Bu yolun sonunda, ya şehit olacaktı, ya gazi. Arkadaşlarının hayatları onlara bağlıydı, sonuç ne olursa olsun, kaybedecek zamanları yoktu. Bu konuşma, İrfan gibi silah arkadaşlarını da ateşlemişti. İrfan’ın peşinden yürüdüler. Bu sefer, her biri daha güçlü ve daha kararlı atıyordu adımlarını, bütün yorgunluklarına rağmen kolları daha rahat taşıyordu silahlarını ve kalpleri yine beraber atıyordu. Bir an önce gidip yardım bekleyen askerleri, kardeş lerini kurtaracaklardı. * Engebeli araziyi artık daha rahat aşıyorlardı, kayalıkların üzerinden atlamak az önceki gibi zorlu değildi. Birkaç yüz metre daha yürüdükten sonra, sonunda bölgeye varmışlardı. İrfan ve silah arkadaşları ileride yaralı yatan asker arkadaşlarını görmüşlerdi. Hızla yanlarına gitmişler, yardım etmek için ellerinden geldiğince müdahalede bulunmaya başlamışlardı lakin hiç kimse daha önce pusu kuran terör örgütü üyelerinin hala bölgede bulunduğundan haberdar değildi. Eğilmiş, yerdeki yaralı asker arkadaşlarının ne durumda olduğunu anlamaya çalışırlar ken, teröristler İrfan ve silah arkadaşları üzerine birden uzun namlulu silahlarıyla ateş etmeye başlamışlardı. Jandarma Astsubay Çavuş İrfan Çiftçi ve silah arkadaşları, hemen mevzilenip, karşı ateşe geçtiler. Bir yandan da yaralı askerleri muhafaza etmeye çalışıyorlardı. Güçlü bir pusuydu. Karşılıklı kurşunlar iki taraftan yağmur gibi yağıyordu. İrfan büyük bir dikkatle ve hırsla basıyordu tetiğine. Bu sırada bir an için teröristlerin ateşi durur gibi olmuştu. İrfan hemen, korumaya çalıştıkları yaralı arkadaşlarından birinin yanına sürünerek gidip nasıl olduğunu sormak istemişti. Onu sürükleyerek bir kayanın arkasına çekmeye çalışacaktı ama ateş tekrar başladı o sırada ve çatışmanın devamında teröristlerden birinin kurşunu, İrfan’a isabet etti… Yaralı arkadaşlarına yardım için gelen Jandarma Astsubay Çavuş İrfan Çiftçi, bölgede vurulmuştu. Yarası ağırdı. Şehadetten yana korkusu yoktu, mesleğini seçerken bir gün şehit olacağını hissediyordu. Şimdi gözleri kapanmadan önce ellerindeki bir çift eldiven sayesinde annesi, babası ve kız kardeşi Nadire’nin elini tutuyor gibi hissetmiş, yine o çocukluk anısı geçmişti belki de gözünün önünden… Hani kız kardeşiyle dakikaları saydıkları o anıyı hatırlamıştı… Hayatın tesadüfüydü işte… 21 Haziran, ömrünün son ve en uzun günü olmuştu. Şehit Jandarma Astsubay Çavuş İrfan Çiftçi ve milletinin birlik ve beraberliği içini hayatı pahasına görevi başında olan tüm şehitlerimizden Allah razı olsun. Yüreklerinde korkuya yer bırakmadan vatan topraklarını savunan, bunun için canını feda eden şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize sabır diliyoruz. Tüm şehitlerimiz yüreklerimizde yaşamaya devam edecektir. Mekanları cennet, ruhları şad olsun…