Hüsnü BİLGİÇ
1988-2017
Şehir: Malatya
Doğum Yılı: 16.09.1988
Şehadet Yeri ve Tarihi: Suriye, 04.01.2017
Görevi: Jandarma Astsubay Kıdemli Çavuş

Hüsnü, cephedeydi. Yoğun bir çatışmaya girmişlerdi düşmanla. Bu cehennem ateşi arasında silah arkadaşlarıyla beraber düşmana karşı var gücüyle çarpışıyordu. Operasyona çıkmadan önce, hiç adeti olmamasına rağmen göğsüne, kamuflajının iç cebine yerleştirdiği telefonu titriyordu bir süredir ama açacak durumda değildi, arayan anacığı bile olsa… Hep bir ağızdan, “Allah Allah!” nidalarıyla düşmanın tepesine ateş olup yağarken Hüsnü, bu görevden de alnının akıyla çıkıp, akşam anacığına bir zaferi daha müjdeleyecek olmanın heyecanını duyuyordu içinde… * Annesi Hülya, elinde telefon, biricik oğlu Hüsnü’yü arıyor du hâlâ. Uzun zamandır Suriye ElBab’da görevdeydi evladı. Ne zaman konuşsalar, “Durumum iyi.” diyordu. Birliği tehlikeden uzaktaydı ama gece gördüğü kâbus içini kemiriyordu Hülya Ananın, aklından bir türlü çıkmıyordu. İçine bir ateş düşmüştü sanki. Bir kez daha aradı ama açmıyordu Hüsnü. O sırada kahvaltıya oturan beyi Fethi, “Neyin var hanım?” diye sordu. “Yok bir şey.” dedi Hülya Ana, gördüğü kabustan da içine düşen kordan da bahsetmedi, ne ona, ne uykulu gözlerle sofraya oturan kızlarına… Sanki dillendirirse kötü bir şey olacakmış gibi gitti, musluğu açıp akan suya anlattı sadece. * Bir evin tek oğluydu Hüsnü. Annesi ve babasının gözbebeğiydi. Vatanını savunmayı küçük yaşta koymuştu kafasına. Eş, dost, akraba “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorduklarında hiç düşünmeden “Asker olacağım.” diyordu. En büyük hayali, mahalledeki Kemal Abisi gibi bir gün bordo bereli olup vatanını düşmanlardan korumaktı. Onun bu tut kusunu ailesi de destekliyordu; özellikle dayıları. Hüsnü, daha küçücükken onu alıp kanyon yürüyüşlerine ve avlanmaya götürürlerdi. Bu geziler küçük Hüsnü için bir eğlence olmasının yanı sıra, aynı zamanda askerliğe hazırlık gibiydi. Hüsnü, sanki doğuştan yetenekliydi doğanın zorluklarına göğüs germeye. Elinden her iş geliyordu; çalı çırpı topluyor, ateş yakıyor, Malatya Arapgir’in zorlu geçitlerinden, insanların gözünü korkutan arazisinden kolaylıkla ve ustalıkla geçebiliyordu. Ne soğuk, ne yağmur, ne kar hiçbir şey onu durduramıyordu. Hiç pes etmiyordu, “Yoruldum.” demek onun lügatında yoktu. Ne de olsa o bordo bereli bir komando olacaktı; durmak yorulmak yoktu komandoya. Üniversiteye kadar eğitimini Arapgir’de, ailesinin yanında tamamlamıştı. Babası Fethi ve annesi Hülya gurur duyuyorlardı oğullarıyla. Güzel huylu, kadirşinas bir çocuktu, kız kardeşleriyle de çok iyi geçinirdi. Onları hep korur, kollar; başlarına bir şey gelmesine izin vermezdi. Bir keresinde kardeşleri sokakta sek sek oynarken komşunun haylaz oğlu gelip onlara zorbalık ettiğinde nasıl da korumuştu kız kardeşlerini, kartal gibi genişleyen kanatlarının arkasına alıp da… Komşunun oğluna hiddetle bakıp, şehadet parmağını göğsüne dayayıp, “Birdaha kardeşlerimle uğraştığını görmeyeceğim.” demişti kararlılıkla. Kardeşleri hep güvende hissederlerdi kendilerini abilerinin yanında. Ne zaman başları sıkışsa Hüsnü’nün yardıma koşacağına bilirlerdi. Cesaretliydi; kendini inandığı bir şey uğruna feda etmekten çekinmezdi Hüsnü. Gerekirse kendi canından vazgeçer ama davasından asla vazgeçmezdi. İşte o yüzden çok güvenirdi herkes Hüsnü’ye; onu tanıyan herkes düşünmeden canını bile ona teslim edebilir di… Cephede de durum aynıydı. Bütün silah arkadaşlarının güvendiği, inandığı bir askerdi Hüsnü. Kimseyi yarı yolda bırakmayacak yiğit bir asker… Hülya Anne, oğlu Hüsnü’nün gözü pekliğini, cesaretini iyi biliyordu. Belki de o yüzden Suriye ElBab’daki bu son göreve gittiğinden beri yemekten içmekten kesilmişti kadıncağız. Çünkü korkuyordu; coşkun bir lav gibi taşıyordu Hüsnü, bir gün kendisini yakarsa o ateş diye içi içini yiyordu. Hüsnü, anacığının en yakın arkadaşıydı. Hülya Ana, kızlarına da yürekten bağlıydı ama Hüsnü’nün yeri bir başkaydı. Küçüklüğünden beri dert ortağıydı anasının; sıkıntısını gözünden anlar, hemen bir çare bulmaya çalışırdı. Bir defasında kardeşlerinden birinin okul aile birliği aidatını yatıramamışlardı. Aslında parayı hazırlamışlardı ama Hülya Anne çarşıda çaldırmıştı parayı. Çekindiği için eşi Fethi’ye de durumu açamamıştı. İçi içini yiyordu; kızı okula gidip de mahcup olacak diye. Hüsnü, bu durumu fark etmişti.Hemen gidip bir lokantada bir kaç gün garsonluk yapmış, kardeşinin okul aidatını annesinin ellerine teslim etmişti. Hem annesinin hem de kız kardeşlerinin can simidiydi Hüsnü. Üniversiteye gittiğinde ilk kez ayrı düşmüşlerdi anacığıyla. Hülya Anne mutlulukla yollamıştı Hüsnü’yü Sivas’a üniversite okumaya, çünkü oğlunun gönlünde yatan aslanın askerlik olduğunu biliyordu; belki okul bitince vazgeçer, başka bir meslek seçer diye umuyordu. Onu temelli kaybetmektense bu kısa ayrılıklara razıydı ama Hüsnü, üniversiteyi bitirip baba ocağına döndükten sonra bile yüreğindeki vatanı savunma ateşi hiç sönmemişti. Üniversiteden sonra Jandarma Astsubay Meslek Yüksekokulu sınavına girmiş, onu da kazanmış, eğitimini başarıyla tamamlayıp Jandarma Astsubay Çavuş olarak göreve başlamıştı bile… Hülya Ana oğlunu ilk görev yerine uğurlarken endişeliydi, içi hiç rahat değildi “Gitme” demek istiyordu ama diyemezdi. Oğlunun gözlerindeki vatan sevdasının farkındaydı. Aslan yürekli oğlu, vatan toprağına göz dikenlere aldıkları her nefesi zehir edeceğine dair ant içmişti bir kere, onu bundan mahrum bırakmak haksızlıkların en büyüğü olurdu. Oğlu kapıdan çıkarken, Hülya Anne sadece “Her gün ara olur mu?” diyebilmişti. Hüsnü de annesine sarılıp, “Söz anacığım, her gün arayacağım, her gün duyuracağım sesimi.” diyerek onun içine su serpmişti. Göreve başladıktan sonra her ay maaşının büyük kısmını ailesine yolluyordu Hüsnü. En kıymetlileri, gözü gibi baktığı kız kardeşlerine harçlık gönderiyor, okul masraflarına katkı sağlamaya çalışıyordu. Ailesi rahat etsin, sıkıntı yaşamasın diye elinden gelen her şeyi yapıyordu. Hüsnü, Astsubay olduktan sonra birçok şehir dolaşmıştı; gittiği her yerde de görevinin hakkını veriyordu. Gelgelelim yetmiyordu ona bu kadarı; daha fazlasını yapmak istiyordu vatan uğruna; iyi bir asker olduğunu ispat etmeliydi önce kendine sonra milletine. Hüsnü için, daha fazlasını, daha iyisini yapma vaktiydi artık; hem vatanını, hem bayrağını, hem de ailesini gururlandırmak için. Bu maksatla Komando Temel Kursuna ve Komando İhtisas Kurslarına katıldı. Bir kere daha başarıyla tamamladı eğitimini. Koşu ve su altı eğitimlerinde birincilikler kazandı. Sınava girdiğinde kendini çocukluğundaki gibi, Malatya Arapgir’in dağlarında, Kozluk Çayı’nın yanında hayaletmiti. Dayıları yanındaymış, onlarla birlikte dağlara tırmanıyor, tepelerden iniyormuş gibi düşünerek büyük bir başarıyla tamamlamıştı hem sınavı, hem eğitimini. Hüsnü, bir sene sonra Fırat Kalkanı Harekatına da katılmış ve önemli birçok operasyonda yer almıştı. Bir gece komuta merkezinde görevinin başındayken, gece görüş kamerasıyla düşman güçlerinin saldırı amaçlı yerleştirdiği üç tankı fark etmişti. Hemen arkadaşlarını çağırmıştı tankları göstermek için. Arkadaşları başta ihtimal vermemişlerdi ama Hüsnü emindi, düşman boş durmuyordu. İkna etmeye çalışmıştı arkadaşlarını, ona inanmaları gerekiyordu; aksi takdirde çok büyük kayıplar verilebilirdi. Ayrıntılı bir incelemeyle arkadaşları gerçekten de çukur içinde tankları fark etmişlerdi. Hüsnü, haklıydı. Onun sayesinde çok önemli bir zafer kazanılmıştı düşmana karşı. Hüsnü, aynı zamanda operasyon bölgesine sızmaya çalışan düşmanları da fark ederek Fırat Kalkanı Harekatının selametini sağlamıştı. Cephede yine bir gün savaşırlarken yanındaki arkadaşlarına “Bu cephe de bizim Bedirimiz, Uhudumuz. Zalimlere karşı yılmadan ve şehadeti umarak kanımızın son damlasına kadar savaşmalıyız.” diyecek kadar aşkla bağlıydı görevine. Bütün bu süre boyunca annesine verdiği sözü de hiç unutmamıştı Hüsnü. Araya giren kilometreler ana oğulu ayırmaya yetmemişti. Her akşam telefonla konuşuyorlar, eskiden olduğu gibi dertleşmeye devam ediyor lardı. Sesinden, iyi haberlerin den hiç mahrum bırakmıyordu anacığını, ta ki o güne kadar… * Hülya Ana, kahvaltı sofrasını toplarken son bir umutla bir kere daha aradı oğlunu. Hüsnü, bu sırada çatışmanın tam ortasındaydı. Onca mermi sesinin arasında dayanamayıp telefonuna baktı. Annesiydi arayan. Telefonu annesinden gelen cevapsız çağrılarla doluydu. O an kısa bir süreliğine çatışma diner gibi oldu. Fırsattan istifade, anacığı daha fazla merak etmesin diye açtı telefonu Hüsnü. Hülya Ana, heyecanla “İyi misin oğlum, çok merak ettim seni.” dedi. Hüsnü, annesine çatışmada olduğunu söylemek istemedi, hepten meraklanmasın diye… Heyecanını kontrol ederek, “İyiyim annem, şimdi müsait değilim. Akşam konuşuruz.” diyebildi sadece. Bir yandan da korkuyordu çatışma yine başlayıp, annesi sesleri duyarsa diye. Aceleyle kapattı telefonu. Çatışma bu sırada tekrar başlamıştı. Hüsnü, cesaretiyle bir de anacığının kendisine kalkan olan, o son kez duyduğu sesinin verdiği kuvvetle atıldı düşmana karşı… Kısa bir süre sonra da teröristlerin attığı havan mermisinin isabet etmesi sonucu silah arkadaşı Hamza ile beraber vecd içinde şehadet şerbetinden içti. Hem düşmana değil, Rabbine teslim olarak vatanına, hem de son kez sesini duyurarak annesine verdiği sözü tutmuştu Hüsnü. Gözleri açık gitmemişti… Şehit Hüsnü Bilgiç, Şehadet Şerbetini içene dek görevlerinin hiçbirinden kaçmamış, hayatını öne sürerek, ne pahasına olursa olsun vatanını savunmaya devam etmiş, ailesini son nefesine kadar gururlandırmıştı. Ülkesi ve bayrağı uğruna hayatını ortaya koyan ve milletini korumak adına Şehitlik Mertebesine ulaşan tüm evlatlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve geride kalanlara başsağlığı diliyoruz. Bu ülke, yürekli ve kahraman şehitlerimiz sayesinde birlik içinde kalmaya devam edecektir. Tüm şehitlerimizin ruhları şad, mekanları cennet olsun.