Haluk SARIBAL
1978-1999
Şehir: Kayseri
Doğum Yılı: 23.02.1978
Şehadet Yeri ve Tarihi: Şırnak, 10.03.1999
Görevi: Jandarma Onbaşı

Yaz gelmişti Kayseri’ye. Okul çocukları, son ders zilinin çalmasıyla, fırlamışlardı coşkuyla sokaklara. Güneş, pırıl pırıl parlıyordu… Haluk, elinde karne si, sallaya sallaya, sevinçle eve koşuyordu. Bütün derslerden beş pekiyi almıştı. Bir de takdir iliştirmişlerdi yanına! Keyfine diyecek yoktu! O heyecanla öyle bir süratle gelmişti ki eve, kan ter içinde kalmıştı. Nefesi kesilmişti sanki. Evin önü, ayakkabılarla doluydu. Bir sürü misafir gelmişti belli ki. “Bayram değil ki, niye herkes bize gelmiş.” diye düşünmüştü Haluk. Hemen ayakkabılarını kenara fırlatmıştı. Pabuç yığının üzerinden atlayıp eve girmişti. Bakkal, manav, muhtar, akrabalar… Herkes orada, salonda oturuyordu. Sonra annesini gördü kalabalığın arasında, hemen yanında da ağabeyi Ahmet var dı. İkisi de birbirine sarılmış, ağlıyordu. Babasını aradı Haluk’un gözleri ama yoktu. Ciğerine bir yanma hissi geldi o anda. Kızartma yağı dökülmüş gibi kavruldu. Göğsünden başlayarak, kollarına, oradan da parmaklarının uçlarına kadar kanı çekildi sanki… Kötü bir şey olduğunu anlamıştı. İçeri, annesiyle babasının yatak odasına gitti hızlıca ama yatak boştu. Ne çarşaf vardı, ne yorgan. “Baba!” diye bağırdı! “Babam nerede?” Bu sırada ağabeyi yanına gelmiş, onu kolundan tutup kendisine çevirmişti, “Bak bana!” dedi, “Babamız cennete gitti ama ben varım! Sakın korkma! Sakın!” deyip göğsüne bastırmıştı kardeşini. O günden sonra, günlerce ağzına lokma koymamıştı Haluk. Daha on yaşında babası ölmüştü. Hiçbir acıya benzemiyordu bu. Kökünden, toprağından koparılmış gibi hissediyor du kendisini, ayağının altındaki zemin kaymış gibiydi… Şimdi başını yaslayacağı o güçlü omuzve her daim arkasında duracak o koca çınar yoktu artık. Babası yoktu… O da ağabeyi de zamanından erken büyüyen çocuklar dan olacaktı, bu acımasız dünyada ayakta kalabilmek için… *Günler günleri kovalamış, babalarının acısı dinmemiş ama biraz olsun alışmışlardı. Anneleri de onlar da bu ağır imtihandan, büyük bir metanetle çıkmayı başarmışlardı. Hepsi birbirine tutunarak yaşıyordu. Evlerinin bahçe duvarında yükselen o sarmaşıklara benziyorlardı aynı. Sarmaşık dalları gibi birbirlerine sımsıkı kenetlenmişlerdi. Oğulları, Meryem Hanımın en büyük yardımcısıydı. Hele Ahmet, Haluk’un ağabeyi canla başla uğraşıyor, hem annesini hem kardeşini iyi etmeye çalışıyordu. Aralarında pek bir yaş farkı olmamasına rağmen, babalık ediyordu Haluk’a. Hem okuyor hem çalışıyor, kendi dersinden çıkıp, kardeşinin veli toplantılarına gidiyor, babalarının yokluğunu ona hissettirmemeye çalışıyordu. Yıllar böyle geçmiş, iki kardeş, birbirlerine ve annelerine destek olarak büyümüş, aslan gibi delikanlı olmuşlar, anneleri hiçbir şey söylemediği halde evin tüm yükünü omuzlamışlardı. Biricik analarını, rahmet li babalarından emanet görmüşlerdi kendilerine. Tıpkı Meryem Teyzenin oğullarını, eşi Mehmet amcanın emaneti görüp gözünden bile sakındığı gibi, onlar da analarını sakınıyorlardı her kötülükten. Aşık Veysel’in söylediği gibi, “Bir kökte uzamış sarmaşık gibiydi” onlar, birbirlerinden ayrılamaz lardı kolay kolay. * Artık Haluk da çalışmaya, ağabeyinin sırtından yüklerin büyük bir kısmını almaya başlamıştı. Hep kendine ağabeyi Ahmet’i örnek alıyordu Haluk. Onun gibi kuvvetli, onun gibi dirayetliydi. Sözünün eri, adaletli, iyiliksever ve güvenilirdi. İki kardeş de herkes tarafından çok seviliyordu. Babasız büyümüş bu iki kardeşin, annelerinin başını hiç öne eğdirmeden, ona ve birbirlerine sahip çıkmalarından övgüyle söz ediyordu bütün mahalle. İlk gençlik yıllarında bile, hiç yanlışa sapmamışlar, annelerine laf getirmemişlerdi. Meryem Teyze de akrabaları da gurur duyuyordu bu iki güzel ahlâklı delikanlıyla. Bu arada, vatani görevlerini yapma vakti de gelmişti iki kardeşin. Yaşları yakın olduğu için,hemen hemen aynı zamanlarda gideceklerdi peygamber ocağına. Vakitleri geldiğinde, bir gün bile aksatmadan, askerlik şubesinde almışlardı soluğu her ikisi de. Vatan savunmasında yer almak için sabırsızlanıyorlardı. Önce abisi Ahmet gitmişti vatani görevini yerine getirmeye. Arkasından küçük kardeşi Haluk. Haluk, acemiliğini Manisa, Kırkağaç’ta yapmış, şimdi de Şırnak’a gitmişti, usta birliğine. Bir süredir oradaydı. Askerliği sevmişti. Vatanına hizmet etmekten büyük bir onur duyuyordu. Hele ki Şırnak gibi, teröristlerin halkın canını yaktığı, hayatları kabusa çevirmeye uğraştığı bir yer de, Türk Askeri, çoluğu, çocuğu, anaları, bacıları koruyor, zorlu çatışmalara giriyor, teröre karşı büyük zaferler elde ederek dönüyordu birliğine. Çatışmalardan fırsat bulup, dinleneceği vakitlerde, birliğin duvarını kaplayan sarmaşığın dibine gidiyordu Haluk. Orada oturuyor, sanki evlerinin bahçesinin sarmaşıklarla kaplı duvarının dibinde oturduğunu düşlüyordu. Yanında ağabeyi ve annesi de vardı hayalinde… Çok özlüyordu onları. En çok da babasını… Bir süre sonra Haluk, izinli ola rak memlekete gidecekti. Burnunda tütüyordu annesi ve ağabeyi. Bir de son günlerde sık sık,

rahmetli babası giriyordu rüyalarına. Dua istiyordu belli ki. Onun kabrine gidecek, ziyaret edecekti. Hemen biletini alıp müjdeyi verdi anneciğine. Meryem Teyze, havalara uçtu, o sıralar Ahmet de askerlik görevini bitirmiş, İstanbul’da çalışmaya başlamıştı. Kardeşi döndüğünde onu da yanına alacak, ağabey kardeş, eskiden olduğu gibi yine aynı kökten beslenen sarmaşıklar gibi birlikte çalışıp, analarına sahip çıkacak, kendi ailelerini kuracaklardı. Meryem Teyzenin en büyük hayaliydi oğullarını evlendirmek ve torunlarını sevmek… Şimdiden başlamıştı çeyizlerini yapmaya. “Belki de” diyordu içinden, “Bu gelişlerinde bir müjde verir oğullarım.” Aklında bunlar, iki oğlunun da en sevdiği yemekleri yapmaya, çocuklarını beklemeye koyulmuştu Meryem Teyze. * Ahmet ve Haluk, baba evine geldiklerinde evde bir bayram havası esmişti. İki kardeş, çocukluklarından beri, güreş tutmaya bayılırlardı. Bir türlü yenişemedikleri için analarını da hakem yapar, şaka yollu “sen yendin, ben yendim” kavgası eder, sonra barışır, güle oynaya yemeğe otururlardı. Yine öyle olmuştu. Meryem Teyze, oğullarını, aylar sonra böyle bir arada gördüğü için çok mutluydu. Tek eksikleri, yıllar önce kaybettikleri eşi, çocuklarının babasıydı. Onu da yarın ziyaret edeceklerdi, o zaman tamamlanacaklardı işte. Ertesi gün, beraber, babalarının kabrine ziyarete gittiler. Üzerinden ne kadar zaman geçmiş olsa da yine de yürekleri ilk günkü gibi sızlıyordu. İki kardeş, babalarının mezarı üzerindeki ayrık otlarını temizlemişler, taşını yıkamışlar, sonra yanına oturup, biraz dertleşmişlerdi onunla… Anneleri kenarda, Yasini Şerif okurken… Haluk elini babasının toprağına koyup, “Yakın zamanda görüşeceğiz babam. Öyle hissediyorum. Bu gidişimde şehit olacağım ve sen de benim bayrağımın altında yatacaksın artık.” demişti. Ahmet, kardeşi Haluk’un bu söylediklerini duyunca bir tuhaf olmuştu. Eve döndüklerinde tadı kaçmış, içine kapanmıştı. Yemek yemiyor, fazla konuşmuyordu. Haluk, ağabeyinin bu halini görünce üzülmüş, nesi olduğunu sormuştu. Canını bir şeye mi sıkmıştı? İşler mi kötüydü? “Anlat birlikte çaresini bulalım ağabey.” demişti. Ahmet, önce “Yok bir şey.” deyip geçiştirse de sonunda ağzındaki baklayı çıkarmıştı. Mezarlıkta, babasının kabrinin başında,söylediklerini hatırlatmış, neden böyle söylediğini sormuştu. Haluk gülümsemiş, “Buna mı üzüldün?” demişti. “Bu üzülecek şey değil ki ağabey, sevinilecek şey…” demiş ve duvarda, bir çantanın içinde asılı duran Kur’anı Kerim’i saygıyla yerin den çıkarıp, incitmekten korkar gibi yavaş hareketlerle bir sayfa açıp, okumuştu… “Müminlerden bazı kimseler Allah’a verdikleri sözü yerine getirdiler, kimileri onun yolunda can verdiler, kimileri de ecellerini bekliyorlar; (vaadlerini) asla değiştirmediler.” (Ahzâb Suresi, 23. Ayet) Sonra sözüne devam etmişti. “Ben askere gittiğim ilk gün bu sözü verdim kendime ağabey. Oradan dönüşüm yok.” diye eklemişti. Ahmet onu anlıyordu, gurur duyuyordu kardeşiyle ama kaybetmek de istemiyordu onu. Babalarından sonra bir de onun yokluğuna dayanamazlardı, o da annesi de. Biliyordu, şehitler ölmezdi, yakınlarının yanında kalmaya onlara yardım etmeye devam ederdi ama özlem duygusu geçmeyecekti, biliyordu. O yüzden, bir ağabey olarak, tatlı sert kızmıştı kardeşine, “Bir daha bu lafları etme, bozuşuruz.” demişti. Bu sırada her şeyden habersiz Meryem Teyze, oğullarına sevdikleri zeytinli poğaçalardan yapmış, çayla yanlarına gelmişti. İki kardeş arasında bu konuşma bir sır olarak kalmıştı, ta ki Haluk’un şehadet haberi gelene kadar… * Haluk’un izni bitmiş, Şırnak’a görevinin başına dönmüştü. Aynı gün ağabeyi Ahmet de İstanbul’a işbaşı yapmaya gitmişti. Aklı kardeşindeydi. Bir türlü, babasının kabri başındaki o konuşmasını unutamıyordu Haluk’un. Her gün arıyor, nasıl olduğunu soruyordu. Uykuları kaçıyordu. O gece, rüyasında babasıyla beraber görmüştü kardeşini. Aklına fena düşünceler gelmiş hemen telefonuna sarılmıştı. Bütün gün tekrar tekrar aramış ama ulaşamamıştı. İşi gücü bırakıp, onun için dua etmeye başlamıştı. İyi haberlerini almak için… Lakin bilmiyordu, o gece kardeşi Haluk, Şırnak İkizce ilçesinde bir bölgede düzenlenen operasyona katılmış, teröristlerin kurduğu pusu sonucu şehadet şerbetinden tatmıştı. Son ziyaretinde, babasının kabrinde söylediği gibi, şimdi, Haluk’un bayrağının altında yatıyordu babası… Oğluyla beraber… Ahmet ve Haluk’un bu hayattaki yolları ayrılmıştı belki ama baba ocağının duvarını süsleyen sarmaşıklar, hâlâ birbirlerine sarılarak yükselmeye devam ediyordu. Tıpkı onların kardeşlikleri gibi… Bedenler ayrılsa bile ruhlar ayrılmıyordu çünkü… Şehit Jandarma Haluk Sarıbal, hayatı pahasına vatan topraklarını savunmaya yemin etmiştir. O ve onun gibi korkusuzca ülkesini koruyan tüm şehitlerimiz, kalplerimizde yaşamaya devam edecektir. Tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz. Kabirleri nurlarla dolsun…