Erol ERCAN
1970-1994
Şehir: Bartın
Doğum Yılı: 02.07.1970
Şehadet Yeri ve Tarihi: Mardin, 05.11.1994
Görevi: Öğretmen

Ayşe Ana, sabah erkenden tarlaya gitmek üzere evden çıkmıştı. Ekim sonundan bu yana hava iyice soğumuştu. Belli ki bu kış, Bartın’da her zamankinden daha sert geçecekti. Neyse ki üzerinde, oğlu Erol’un armağan ettiği manto vardı. Öğretmen olarak Mardin’e ataması çıktıktan sonra almıştı anacığına. Ayşe Ana, oğlu gittiğinden beri o mantoyu üzerinden hiç çıkartmıyordu. Söz vermişti çünkü Erol’una, onun yokluğunda üşütüp, hasta olmayacaktı. Lastik ayakkabılarıyla, taşlık yolda yürürken, oğlu yine aklına düşmüştü Ayşe Ananın. Zaten Mardin’e gitti gideli hiç çıkmıyordu ki… “Kendine iyi bakabiliyor mu?” diye içi içini yiyordu. Mardin’in iklimi, coğrafyası buralara benzemiyordu nihayetinde. Daha çetin, daha sert geçerdi kışlar orada. Doğa şartlarına insan alışırdı ya, asıl terör belası vardı başlarında. Her dinlediği ajansta, bir şehit haberi duyuyorlardı son günlerde. Hem de en çok öğretmenlere kıyıyordu teröristler. Ayşe Ana, “Allah vere de Erol’uma musallat olmasalar.” diye mırıldandı, soğuktan buhar çıkan dudaklarının arasından. Geçenlerde, ağabeyini aramış uzun uzun konuşmuşlardı. “Durumum iyi, hiç merak etmeyin” demişti, her zamanki neşeli, umutlu sesiyle Erol. Ağabeyi, o “İyiyim.” dese de kardeşine akıllar vermiş, kendini koruması gerektiğini tembihlemişti. O ve kendi gibi cesur, gözü kara, aydınlık nesiller yetiştirmek dışında hiçbir gayesi olmayan idealist köy öğretmenleri, bu zor şartlarda, kimseye boyun eğmeden öğretmenlik yapıyorlardı ve yapmaya devam edeceklerdi. Hep şöyle diyordu Erol Öğretmen; “Tek isteğim var! O da vatanın en batısından en doğusuna kadar bütün çocukların iyi eğitim almaları ve ilim, irfan sahibi olarak büyümeleri.” Ancak ülkenin karanlıkta kalmasını isteyen güçler, Erol Öğretmen gibi aydınlık insanları en büyük tehlike olarak görüyor ve namlularının ucunu, masum ve savunmasız insanlara yönelti yorlardı insafsızca. Erol, ağabeyini daha fazla endişelendirmemek için mevcut durumla ilgili hiçbir şey anlatmamıştı. Ne yakın köylerdeki terörist baskınlarından ne de her gün terör örgütü üyelerinin okulları yağmaladıklarından bahsetmişti. Hemen konuyu değiştirerek, köyde çok güzel, ufacık bir ev bulduğunu, o evi tutacağını, birkaç parça eşya almak için para biriktirdiğini anlatmıştı. Ağabeyinin hesabına da maaşından bir miktar para yolladığını, bir dahaki ay daha fazlasını yollayacağını söylemişti. Büyük oğlu, kardeşiyle konuşmalarını anacığına anlatırken, “Yaban ellerde paraya ihtiyacı olan o. Niye hâlâ bize para yolluyor bu deli çocuk?” diye söylenmişti Ayşe Ana ama Erol böyleydi işte. Parasızlığını, sıkıntısını hiç belli etmez, hep dimdik durur, bilakis kendi elindekiyle, başkasına yardım etmeye çalışırdı. Öğrenciyken bile, bayramlarda seyranlarda bütün arkadaşları ailelerinin yanına giderken o yurtta kalırdı. Ailesini görmek istemediğinden değil, yol parası olmadığından. Tabii anacığına belli etmezdi parasız olduğunu, sınavları bahane eder, çalışması gerektiğini söylerdi. Gel zaman git zaman, ağabeyi anlayınca işin aslını, çok kızmıştı kardeşine. Haklıydı belki ama Erol kimseye yük olmak istemiyordu; en çok da canı gibi sevdiği annesine. Kümesteki tavukları, horozları satarak, dişinden tırnağından artırarak okutmuştu oğlunu Ayşe Ana. Erol da artık anacığına vefasını göstermek, onu rahat ettirmek istiyordu. Bundan sonra Erol bakacaktı onlara. Koskoca öğretmen olmuştu ne de olsa. O zamanki, azıcık öğretmen maaşıyla, maddi manevi hiçbir sıkıntı çekmeyeceklerine inandırmıştı kendisini. * Ayşe Ana, tarlaya vardığında, hafif yağmur çiselemeye başlamıştı. Hemen el radyosunu heybesinden çıkarıp, yağmurun değmeyeceği bir kayanın altına, yere bıraktı. Oğlu Erol, öğretmenlik için Mardin Savur’a gittiğinden beri en iyi arkadaşı olmuştu o pilli radyo. Büyük oğluna aldırmıştı çarşıdan. Şarkı türkü dinlemek için değil ne olur ne olmaz, Erol’la ilgili bir haber gelirse diye sabahtan akşama kadar yanından ayırmıyordu. Yaşlı kadının yüreği, her ajans anonsunu duyduğunda, yerinden çıkacak gibi oluyor, besmele çekerek radyoyu kulağının en yakınına koyuyor, sanki karşısında kanlı canlı biri var gibi nefesini tutup, gözlerini hiç ayırmadan dinliyordu. O gün eğer şehit haberi okunmazsa, derin bir oh çekiyor, “Çok şükür” deyip işine devam ediyordu. Ta ki bir sonraki ajansa kadar. Yine vakti gelmiş, neredeyse başlamak üzereydi haberler. İşini gücünü bırakıp radyonun başına geçti Ayşe Ana. Pür dikkat dinlemeye koyuldu. Önce meclisten, seçimlerden, devlet büyüklerinin başarılarından, sonra dünyadan haberler, hava durumu, spor derken şükür yeni bir şehit haberi gelmemişti. Derin bir nefes bıraktı kadıncağız. Evladından iyi bir haber almak şöyle dursun kötü bir haber almadığına sevinir haldeydi, “Buna da şükür.” diye geçirdi içinden. Bu sırada yağmur şiddetini artırmaya başlamıştı. Ayşe Ana, işini neredeyse tamamlamış, “Kalanını da yarın hallederim.” diye düşünüp kıymetli radyosunu yeniden heybesine atıp, hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başlamıştı. * O gün Erol, evi tuttuğu haberini annesine vermek için sabırsızlanıyordu. Okuldan sonra da birkaç öğretmen arkadaşıyla kasabaya inecekler, ikinci el bir dükkândan beyaz eşyalarını alacaklardı. Dersi anlatırken içi kıpır kıpırdı Erol’un. Oturacak doğru düzgün bir evi olmadığı için, anacığının onun adına üzüldüğünü, sürekli aklının kendisinde olduğunu biliyordu çünkü. Okul çıkışı, muhtarın yanından arayıp, kadıncağızın içine su serpecekti. “Elektrik sobası da aldım ucuzundan, artık üşümüyorum korkma.” diyecekti sonra da öğretmen arkadaşlarıyla postaneye uğrayacaklardı. Ne zamandır tek satır yazamamıştı işten güçten ama geçen gece uykusu kaçınca uzun uzun yazdığı ve “Saygıdeğer babacığım ve anneciğim. Benim için üzülmeyin olur mu? Ben çok iyiyim…” diye başladığı mektubu yollayacaktı ailesine. Çok sevdiği halde mektup yazmaya pek zamanı olmuyordu Erol’un. Çocuklar müfredatın çok gerisindeydi ve birçoğu Türkçe bilmiyordu. Önce Türkçe öğretip, sonra derslerdeki açığı kapatmak çok zamanını alıyordu Erol’un ama sabırlıydı. Üstelik işine aşıktı. Er ya da geç, onları diğer çocuklarla eşit duruma getireceğinden emindi. Erol, paydos ziliyle beraber tam sınıftan çıkarken, bir öğrencisi yanına koşup, avucunda tuttuğu sarı patatesi uzatmıştı. Erol Öğretmen, anlamamış, çocuğa merakla bakmıştı. Türkçe bilmediği için, derdini anlatamıyordu öğrencisi. Bu sırada, çat pat da olsa Türkçe konuşan bir öğrenci, çocuğa çevirmenlik yapmıştı. Geçen gün derste, en sevdikleri yemeği konuşurken Erol patates yemeği sevdiğini söylediği için, öğretmenler günü hediyesi olarak ona bu patatesi getirmişti küçük çocuk. Erol, çocuğun minicik avucundan patatesi alırken gözleri dolmuş, bu güzel, masum köy çocuğunun terli alnını öperek teşekkür etmişti. Bir öğretmene verilecek en güzel hediyeyi vermişti o küçük yürek. Artık öğrencileriyle kurduğu iletişimde başarılı olduğundan emindi Erol. Aynı dili konuşmasalar da aralarında bir gönül bağı kurulmuştu. * Erol, okuldan çıktığında üç öğretmen arkadaşının beklediği arabaya bindi koşarak. Avucunda hala öğrencisinin verdiği hediyeyi tutuyordu. Arkaya oturdu. Beraber önce muhtara uğrayacak, sevdiklerinin sesini duyacaklar, sonra postaneye geçeceklerdi. Birikmiş mektupları postalamak üzere… Arabaya bindiğinde, “Memleketim” şarkısı çalıyordu radyoda. Ömrünü eğitime adamış bu dört cesur öğretmen, şarkının eşliğinde, memleketlerine, sevdiklerine duydukları hasreti iliklerinde hissederlerken, aynı zamanda da herkesin gelmeye çekindiği bu yerlerde öğretmen olmanın verdiği gururu taşıyorlardı. Birkaç kilometre ötede onları bekleyen pusudan habersiz bir şekilde yol alırlarken, teröristler tarafından açılan ateş sonucu şehadet şerbetinden tattılar. Ayşe Ana, eve doğru acele acele yürürken, akşama ne pişirsem telaşına girmişti. Kıymalı patatesle pilav yaparım diye düşündü önce ama sonra vazgeçti. Erol’un en sevdiği yemekti patates. Onsuz boğazlarından geçmezdi ki… Bu sırada yorulmuş, soluklanmak için bir taşın üzerine oturmuştu. Yağmur da dinmeye yüz tutmuştu. Islanmıyordu artık. Belki yeniden ajans başlamıştır diye radyoyu açtı. Daha başlamamıştı. Oğlunun sevdiği bir türkü çalıyordu. “Yine mi gurbetten kara haber var?” diye mırıldanır gibi türküye eşlik ederken karşısında büyük oğlunu gördü. Yüzünde bir fenalık vardı, hissetmişti sanki Ayşe Ana, gurbetten, gurbetteki evladından kara haber vardı… Sesler boğuklaştı. Oğluyla ilgili bütün anılar bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçmeye başladı. İlk kez önlüğünü giydiği ve annesinin karşısına geçip, “Ben öğretmen olacağım ana.” dediği anı, öğretmen okulunu kazanıp eve bir kutu tatlıyla geldiği günü, Mardin’e ataması gerçekleştiğindeki sevincini, o köy çocuklarına kavuşmak, onlara bir harf öğretmek için duyduğu heyecanı hatırladı arka arkaya… *Oğlunu yitirmişti Ayşe Ana. Evet, canı yanıyordu ama diğer yandan oğlunun hep arzu ettiği gibi ilim irfan yolundayken şehadet şerbetinden içmesiyle de sonsuz bir gurur duyuyordu. Biz de şehit öğretmenimiz Erol Ercan ve onun gibi, ilim yolunda bu topraklar için şehadete eren, öğrencilerini yetiştirmeyi kendi canının önüne koyan bütün öğretmenimizi rahmet ve şükranla anıyoruz. Onların fedakarlıkları sayesinde ülkemiz, daha müreffeh yarınlara ulaşacaktır. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.