Engin TÜRE
1974-1994
Şehir: Ardahan
Doğum Yılı: 16.04.1974
Şehadet Yeri ve Tarihi: Van, 13.09.1994
Görevi: Er

Ardahan’ın Çıldır ilçesinin, Horozöttü köyünden çıkan minibüs, yüksek dağların arasından karlara bata çıka ilerliyordu. Neredeyse nisan olmasına rağmen, hâlâ hava yumuşamamış, karlar erimemişti. Ardahan’da mevsim geçişleri hep böyleydi. Bahar bile soğuk bir sonbaharı andırırdı. Köyün kahvesinde, Engin’in İstanbul’a gideceğini duyan köylüler aralarında konuşurlarken, “İstanbul’un kışları bizim buralardan daha yumuşak geçer.” demişti, İstanbul görmüş büyüklerden biri. Sonra, “Fakat yazı pek nemli olur.” diye eklemişti. Engin’i korkutan mevsimler değildi. Çok şükür, sıcağa da soğuğa da dayanıklıydı. Köy çocuğuydu o ne de olsa. Tabiatla iç içe, dağ taş geze geze büyümüştü, hem de bir sınır köyünde. Zor şartlara alışkındı. Onu asıl korkutan, köyünden ilk kez çıkıyor olmasıydı. Askerlik çağına gelmişti ama daha doğup büyüdüğü köyden öteye hiç gitmemişti. Büyükşehir nedir bilmiyordu. Altı ay sonra askerdi Allah kısmet ederse. Zaten İstanbul’a o yüzden gidiyordu. Bir iş bulup, askerlik için harçlık biriktirecekti; anacığına babacığına külfet olmamak için. Hayattaki en büyük gayesiydi, ay yıldızlı üniformayı giyip, vatana millete hizmet etmek ve ailesini gururlandırmak… Engin, bu vatan uğruna canını feda eden şehitlerinin hesabını sormak istiyordu düşmandan. Kendisi de hiç çekinmiyordu şehit olmaktan. Hatta arkadaşlarına hep,“Rabbim, mukaddesatımıza hizmet etmeyi nasip ederde şehadet şerbetinden tadar sam, ne mutlu bana.” diyerek şehit olmak istediğini her fırsatta dile getiriyordu. Tek korkusu, ailesinin ondan sonra ne yapacağıydı. Çok düşkündü ailesine Engin ama vatan sevgisi, her sevginin daha üstündeydi. Vatan yoksa, hiçbir şey yoktu çünkü. O sadece bir toprak parçası değildi, atalardan yadigâr kalan, nesiller boyunca sahip çıkılan, damarlarında kan olup gezen ve yeri geldi mi uğruna can verilen bir sevdaydı. Anası, babası ona insan sevgisini, toprak sevgisini ve en önemlisi de bayrak sevgisini aşılayarak büyütmüştü. Vatanını, ezanını ve milletini korumak uğruna, her şeyden vazgeçerdi… Kurtuluş Savaşında ataları, nasıl korkmadan şanlı zaferler kazandıysa, şimdi sıra ondaydı. Engin de canı sağ oldukça, kanının son damlasına kadar bu vatanı düşmana bırakmamaya ant içmişti. * Ardahan’dan uzaklaştıkça, içini bir endişe sarmaya başlamıştı Engin’in. Biraz sonra, minibüs onu otogarda bırakacak ve İstanbul’a giden otobüse binecekti. Ardahan’ın merkeze en uzak köyünden çıkıp, hep televizyonda gördüğü, cıvıl cıvıl, taşı toprağı altın İstanbul’a gitmek kolay değildi. Ne de olsa üç beş haneli, küçük bir mezrada yaşamıştı doğduğundan bu yana. En yakın ilçeye gitmek bile, bir iki saat yol demekti yürüyerek. Zaten yürümek ne mümkündü? Hele bir de kar kış kıyamet varsa… Bu yüzden ilkokuldan sonra okuyamamıştı Engin. Çok istemişti ama şartlar izin vermemişti. Aylarca karlar altında kalırdı köyleri, açılsa da çok geçmeden tekrar kapanırdı yollar. Çıldır’ın ayazında, donmadan, buzlar üzerinde düşüp bir tarafını incitmeden okula varabilirsen, bu defa da öğretmen gelemezdi bütün hafta dinmeyen kar, tipi yüzünden. O yüzden, ilkokuldan sonra devam edemedi Engin, okumaya çok istekli olsa da. Edebiyata çok meraklıydı, şiir severdi en çok. Otobüs İstanbul’a girerken, aklından Aşık Veysel’in İstanbul için söylediği o dizeler geçti bir an; ilkokul öğretmeni ezberletmişti, ya ikiye ya üçe gidiyorlar dı o vakit; “Ortasında deniz, kenarlar kara, Bu dünyada cennet olmuş kullara, Mehtapta sandallar ne hoş manzara, Sahildir yayladır yerin İstanbul.” O vakitler anlayamamıştı; “Bir şehrin ortasından nasıl olur da deniz geçer?” diye epey kafa yormuştu Engin. Zaten, “Şehir ne?” onu bile tam canlandıramıyordu kafasında. Günlerce düşünmüştü ama bir türlü aklına oturtamamıştı. “Nehir olsa neyse” diyordu, “ya da göl” ama deniz hiç aklına yatmıyordu. Denize benzer gördüğü tek şey de yakınlarındaki başka bir köydeki göldü zaten. İşte şimdi, o şehrin ortasını yaran iç denizin üzerinden geçiyordu otobüsle. Gözleri doldu Engin’in, ilk defa deniz görüyor du… Bir çocukluk hayali gerçekleşmiş gibiydi, kendi adı gibi “engin” bir denizin üstünde kanatlanmış uçuyordu sanki… Altından gemiler, vapurlar, düdüklerini çalarak geçiyordu karşılıklı. Karada, denizin hemen kenarında ahşap yalılar ve balıkçı tekneleri selamlaşıyor du birbiriyle. Her şey ona çok yabancıydı ama bir o kadar da güzel… Yanındaki en tanıdık şey; çantasında, evlerinde misafir kalacağı akrabalarına getirdiği, Ardahan’ın meşhur balı ve anacığının elleriyle yaptığı keteydi. Neden sonra, içine bir korku düştü; “Bu koca şehirde, kaybolup gidersem…” diye düşündü. Yol bilmez, iz bilmezdi ne de olsa. Onun geldiği yerlerin kışları çetin, sertti ama insanı yumuşacıktı. Yardımseverdi herkes birbirine karşı. İstanbul’un insanı ise başka türlüydü. “Birbirinin yüzüne bakmıyor, yolda omzu çarpsa, kimse kusura bakma bile demiyor”, diye anlatmışlardı köy kahvesinde ya, alışacaktı elbette. Her güçlüğe alıştığı gibi… * Öyle de oldu. İstanbul’a inip, akrabalarının evine yerleştikten birkaç hafta sonra, her zamanki mülayim, sessiz, çekingen tavrıyla, büyük şehre de uyum sağladı. Kısa sürede sevdirdi kendini Engin. Nasıl sevilmezdi ki; herkese anlayışlı davranırdı ve yaşının çok üstünde bir olgunluğa sahipti. Kimseyi kırmaz, kimseyi ayıplamazdı. Biri onu kıracak, üzecek bir şey söylerse gönül koymaz, anlayışla karşılar, hiç büyütmezdi gözünde. Kadirşinas, dürüst, yardımsever ve güvenilir bir insandı. Başkaları hakkında hep iyilik diler, hiç kimsenin kötülüğünü istemezdi. Öyle görmüştü annesinden ve babasından. Allah’ın yarattığı her varlığa sevgi ve hoşgörüyle yaklaşırdı. Köylerinde, küçük büyük herkesin yardımına koşar, bir parça ekmeği bile olsa, ihtiyacı olanla paylaşırdı. Samimiydi, dürüsttü, saftı, bütün köy çocukları gibi Engin de… Altı yedi ay, İstanbul’da kaldı Engin. Durmaksızın çalıştı, çabaladı; nihayet askerlik harçlığını toparlayıp, vatani görevini yapmak üzere yola çıktı. Bu sefer de Van’a düştü yolu ama giderken, gözü arkada, İstanbul’da kalmıştı… * Asker ocağına teslim olmadan evvel, baba ocağına helallik almaya geldiğinde, uzun uzun İstanbul’u anlattı ailesine. Çok sevmişti; havasını, suyunu, denizini. Bir de martıları… Üstelik her şey elinin altındaydı orada. Doktordu, hastaneydi, marketti, lüzumlu her şey yakındaydı. Onların köyündeki gibi, sağlık ocağına gidebilmek için günlerce yolun kardan temizlenip, açılmasını beklemek zorunda değildi insan. Çocukları, apartmanların kapılarından servisler alıp götürüyordu okullara. Onun, en büyük ukdesiydi okula devam edememek. Allah kısmet eder de evlenip, çoluğa çocuğa karışırsa, evlatları büyük büyük mektepleri bitirsinler istiyordu. Van’a gitmeden birkaç gün evvel, kardeşine bütün bu gönlündekileri açmıştı Engin; “Belki askerden sonra İstanbul’a dönüp, bir iş bulurum kendime. Sonra sizleri de alırım yanıma.” diye anlatmıştı gönlünde yatanları. Kardeşi hiç şaşırmamıştı. Çünkü İstanbul’dan geldiğinden beri hissediyordu Engin’in orada yaşamak istediğini. Öyle içten, öyle özlemle anıyordu ki İstanbul’da geçirdiği günleri, kardeşine sadece “İnşaallah” demek düşmüştü yürekten. Engin mutlu sarılmıştı kardeşine helalleşmek için ama o sırada, ikisi de bilmiyordu; Engin, o çok sevdiği İstanbul’u, dünya gözüyle bir daha göremeyecekti… *Engin’in, vatan borcunu ödemek üzere yola çıkma vakti gelmişti nihayet. Köyünden ikinci ayrılışıydı bu. Birincisinde ne kadar ürkek, ne kadar çekingense, bu gidişinde o kadar vakur ve kendinden emindi. Çünkü vatan savunmasına, Peygamber Ocağına gidiyordu. Görevlerin en büyüğü, en gururlusuydu bu. Anacığı ise tedirgindi. Silahlı çatışmaların yoğun olduğu, tehlikeli bir bölgeye gidiyordu çünkü oğlu. Engin annesini rahatlatmak için “Vatanın her yeri kutsaldır anne.” dedi “Hem, Peygamber Efendimiz; ‘Üç kişinin gözünü cehennem ateşi yakmaz: Allah yolunda kaybedilen göz, Allah yolunda nöbet bekliyerek geceleyen göz, Allah korkusundan yaş akıtan göz” demişti. Gurur duydu annesi ve babası oğullarıyla. Milleti uğruna canını, kanını hiçe sayarak, ömrünü feda edebilecek kadar kahraman bir evlat olduğu için. * Van’da, askerlik görevine başladıktan sonra, çok sık haber alamıyorlardı Engin’den. Kardeşi ilçeye gidip geldikçe sesini duyabiliyordu ancak. Her konuştuklarında, “Ben iyiyim, merak etmeyin, rahatım yerinde.” deyip onların içine su serpiyordu. Telefonlaşamıyorlardı pek ama Engin sık sık mektup yazıyordu ailesine. Hallerini, hatırlarını sorup, gönüllerini almak için… Anacığı, bütün asker anneleri gibi, gözü yaşlı dinliyordu oğlundan gelen mektupları. Özlemden burnunun direği sızlıyordu ama biliyordu ki oğlu artık vatana emanetti. * Şehadete ermeden önce ailesiyle son kez telefonda görüştüğünde; “Allah’a emanet olun. Beni merak etmeyin.” dedi Engin, sanki Allah’ına kavuşacağı içine doğmuş gibi. “Yakında buluşacağız. Bayraklarla geri döneceğim yanınıza…” Gerçekten de öyle oldu. Yiğit Mehmetçik Engin Türe, Van Başkale’de vatan borcunu öderken çıkan silahlı çatışmada, daha hayatının baharında, henüz yirmi yaşındayken, kahramanca çarpışarak şehadet şerbetinden tattı. Memleketine, bayraklar içinde ve eller üstünde taşınarak geri döndü. Şehidimiz Engin Türe gibi, sınırlarımızda vatanı koruyan, bizler rahat uyuyalım diye canlarını feda eden kahraman Mehmetçiklerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına başsağlığı diliyoruz. İstiklal Marşımızın, “Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın / Siper et gövdeni dursun bu hayasızca akın” dizelerindeki gibi, canlarını bu vatan uğruna siper ederek, bu milleti koruyan bütün şehitlerimize minnettarız. Ruhları Şad olsun.