Cihat SAYIM
1976-1997
Şehir: Iğdır
Doğum Yılı: 10.02.1976
Şehadet Yeri ve Tarihi: Hakkari, 01.06.1997
Görevi: Er

Iğdır’a bahar gelmişti. Ağrı dağının zirvesini beyaz bir duvak gibi örten kar, yavaş yavaş erimeye başlamış, dağın yüzü aralanmıştı. Bu manzara en güzel, Cihat’ın Iğdır’daki köyünün Doğubayazıt’a giden yolundan görülüyordu. Cihat, kendinden birkaç yaş büyük ağabeyi Suat ile beraber, her sabah erkenden kalkar, koyunları yaymaya gider di dağın yamaçlarına. Koyunlar otlarken, ağabey kardeş, hayran hayran seyrederlerdi, başı her daim dik ve heybetli duran, acı, tatlı pek çok türküye konu olmuş Ağrı Dağını… Hele bir de güneş doğarken, öyle güzel görünürdü ki Ağrı’nın tepeleri, iki kardeş hayret ederlerdi, bunca güzelliğin, bunca ihtişamın arkasında o kadar kötülük nasıl barınıyor diye… Teröristler, Ağrı Dağının kuytularını kendilerine mesken tutmuş, can yakıyorlardı. Her gün bir köye iniyor, yağmalıyor, can alıyor, halka korku salıyorlardı ama Cihat ile ağabeyi hiç korkmuyorlardı onlardan. Bir gün büyüyeceklerdi. Asker olup, dağa çıkıp, vatana göz dikenlerin saklandıkları yerleri bulacak, tıpkı şehit ağabeyleri, ataları gibi memleketi kötülüklerden koruyacaklardı. İkisi de vatan aşkıyla yanıp tutuşuyor, o sislerin arkasında saklanan zalimleri cennet gibi bu diyardan uzak tutmak için sabırsızlanıyorlardı. İkisi de vatansever ve cumhuriyet aşığı çocuklardı. Öyle yetiştirilmişlerdi. Aynı zamanda kadir kıymet bilen, ailelerine yürekten bağlı çocuklardı. Onları hiç üzmez, her işe koşarlardı. Derslerini de hiç ihmal etmezlerdi bu arada. Çalışkan ve görevlerine çok sadıktı ikisi de. Koyunları yakında otlatmak varken, iki kafadar, Ağrı’nın eteklerinde dolanıp, yabani otların olmadığı yerleri arar, koyunlar daha iyi beslenip, daha güzel süt versin diye evlerinden ta uzaklara giderlerdi, hiç üşenmeden. O yüzden köyde en bol sütü onların otlattığı koyunlar verirdi. Babaları oğullarıyla gurur duyar, köydeki koyunların iyi süt vermesinin alametifarikası olan oğullarını öve öve bitiremezdi. Sadece babaları da değil, bütün köy, gıpta ile bakardı Suat ve kardeşi Cihat’a. Hem iki kardeşin arasındaki bağın kuvvetine, hem de güzel huylu, inancı sağlam çocuklar oldukları için. İkisi de Allah rızası için yaşayan, yardımsever ve ihtiyaç sahiplerinin imdadına yetişen çocuklardı. Hele yaşlı insanlara hiç kıyamazlar, köyde yaşı geçkin bütün insanlara, iki elleri kanda dahi olsa koştururlardı iki kardeş. Çok insanın hayır duası vardı üzerlerinde. Bir gün, yine koyunları otlatmış eve dönerlerken, bir amcayla karşılaşmışlardı dağ yolunda. Elinde kaleme benzeyen çelik bir aletle, taşlarla uğraşıp duruyordu. Daha önce birkaç kere daha görmüşlerdi bu amcayı ama işine o kadar odaklıydı ki çocukları fark etmemişti bile. Merak etmişti Cihat ve Suat, amcanın ne yaptığını. Yanına yaklaşıp, “Selâmun aleyküm emmi.” deyip, ne yaptığını sormuşlardı adamcağıza o dağ başında. Amca, bu iyi huylu, tatlı dilli çocuklara taş işçisi olduğunu anlatmıştı. Oraya yakın köylerden birinde yaşıyordu. Sabahları erken saatte yürüye yürüye geliyor, volkanik patlama sonucu civara yayılan lavların oluşturduğu kıymetli taşları buluyor ve onları satarak geçimini sağlıyordu. Artık gözleri eskisi gibi seçmediği için, elleriyle dokunarak, şekillerini hissederek anlamaya çalışıyordu topladığı taşların ne olduğunu. Bu meslek atalarından kalmıştı yaşlı adama. Babasından öğrenmişti, o da kendi babasından… Yorucu bir işti taş işi. Hem tecrübe hem de bilek gücü istiyor du. Tecrübe tamdı yaşlı adamda ama kuvveti eskisi gibi değildi. Zorlanıyordu artık. Fıtığı vardı, siyatiği vardı… İyice güçten düşmüştü seneler içinde. Aslında oğullarına öğretmişti mesleği ama hepsi ya terör ya yoksulluk yüzünden, başka şehirlere göç etmiş, adamcağız bu işte bir başına kalmıştı. O yüzden, şimdi sadece küçük ve değerli taşları arıyordu. Güç önemliydi ya, her taşı tanımak daha mühimdi. Hangisi ne işe yarar, bilmek gerekir di. Bir tanesi vardı, süs taşı olarak kullanılırdı, bir tanesi bina duvarına uygun olurdu, beriki binanın temeline koymaya yarardı… İyi anlamak gerekirdi taşların dilinden. Onlar da konuşurdu çünkü, Allah’ın yarattığı bütün varlıklar gibi… İnsan gibi, hepsi kendine özgüydü… Çocuklar, merakla onu dinliyorlardı ama devam edememişti daha fazla anlatmaya yaşlı adam. Yorulmuştu belli ki. Cihat ve Suat, amcaya yardım etmeyi teklif etmişler, yükünü alarak evine kadar götürmüşlerdi. Amca teşekkür etmişti bu iyiliksever iki çocuğa. Aralarında güzel bir dostluğun başlangıcı olmuştu o gün. Cihat ve ağabeyi, o günden sonra amcaya her rastladıklarında ona yardım etmeye başlamışlardı. Üzülmüşlerdi onun hem yalnızlığına hem de geçimini sadece taş işçiliğinden kazandığını duyduklarında. Tek başına, altından kalkması zor du bu işin. İhtiyacı vardı onlara. Yaşlı amca, taşları çok iyi tanıyor, elleriyle dokunarak, koklayarak hangisinin ne taşı olduğunu anlıyor, Cihat ve Suat da gençliklerinin verdiği güçlerini kullanıp onun bulduğu taşları taşıyor, parçalamasına yardım ediyorlar dı. Bu sayede bir meslek daha öğrenmişlerdi ağabey, kardeş. İki kardeş de babalarından aldıkları eğitim sayesinde, ilme, öğrenmeye çok kıymet verirlerdi. Çünkü “Bilenle bilmeyen bir olmazdı.” İnsan kaç yaşında olursa olsun; büyük küçük, genç, yaşlı, herkesten ve her şeyden bir ilim, bir felsefe öğrenebilirdi. Peygamber Efendimizin bir hadisi şerifinde “Güzel soru sormak ilmin yarısıdır.” buyurduğu gibi iki kardeş her şeye merakla ve ilgiyle yaklaşıyorlar, bir mâna bulmaya çalışıyorlardı. Bu yönlerini taş işçisi ihtiyar da çok beğenmişti. Onlara mesleğin bütün inceliklerini öğretmeye başlamıştı. Öyle çabuk öğreniyorlardı ki, bir süre sonra, ustalaşmaya başlamışlardı her ikisi de. Bu sırada, Cihat’ın ağabeyinin askerlik vakti gelmiş, vatani görevini yapmaya gitmişti büyük bir istekle. Cihat da gitmek istiyordu ama daha onun yaşı gelmemişti. Sabırsızlanıyordu o da asker olmak için. Yaşlı adam, onun bu sabırsızlığının farkındaydı. Bir gün ona bir sır vereceğini söylemiş ve Ağrı Dağında çıkan çok kıymetli bir taştan bahsetmişti. Yıllardır o taşı aramış ama onca yıldır bir tane bile bulamamıştı. Kadifetaşı deniyordu adına… Cam gibi bir taştı bu. Parlak, siyah ve çok keskindi, adeta bir bıçak gibiydi. İnsanın içindeki cevheri ortaya çıkardığına inanılıyordu halk arasında. Yıllardır aramış bulamamıştı yaşlı adam, nasip olmamıştı ama sabırla aramıştı, hiç yılmadan. “Çünkü” demişti, “Bir taş, bir insana aitse mutlaka bir gün karşısına çıkar. Zamana bırakmak ve sabretmek gerek.” Yüce Allah’ın, sabredenleri ortaya çıkarmak ve mükâfatlandırmak için kullarını imtihan ettiğini anlatmıştı. Kur’anı Kerim’de de, “Sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri, zorluklara göğüs gerenleri ortaya çıkaralım ve size ait haberleri de (söz ve iddiaları) deneyerek açıklığa kavuşturalım.” (Muhammed Suresi, 31. Ayet) buyuruyordu. Allah sabreden kullarından razıydı. O yüzden Cihat da sabretmeliydi. O günden sonra sabırla beklemeye başladı Cihat, askerlik çağının gelmesi için. Bu arada sabrının ve emeklerinin karşılığını aldı, vakit çarçabuk geçti, büyüdü, fidan gibi bir delikanlı oldu ve çok sevdiği vatanını savunmak için Peygamber Ocağına yollandı o da tıpkı ağabeyi gibi. Yüreği coşku doluydu Cihat’ın. Ağabeyi görevini yapıp dönmüştü, şimdi sıra ondaydı. İyi bir asker olacaktı o da bu hayattaki rehberi Suat gibi;“Vatana hizmette sınır yoktu onun lügatında.” * Nihayet Şırnak’ta askerlik görevine başlamıştı Cihat. Çok sevilen bir asker olmuş, komutanlarının ve arkadaşlarının sevgisini ve övgüsünü kazanmıştı kısa sürede. Bir gece, ağabeyini görmüştü rüyasında. Ağrı Dağının, zirvesinde durmuş, kanatlanıp kendini boşluğa bırakıyordu Suat. Cihat yakalamak istiyor ama yakalayamıyordu ağabeyini. Nefes nefese uyanmıştı bu rüyadan. Gerçek gibiydi, hemen ağabeyini aramak istedi ama vakit çok geçti, zaten o şartlarda ulaşması kolay değildi. Dağ başında bir karakoldaydı ve telefon her an ellerinin altında bulunmuyordu. Sabahı beklemeye karar verdi fakat o sabah ağabeyinin vefat haberini alacaktı. Öyle bir bağ vardı ki iki kardeş arasında, Cihat ağabeyinin öleceğini hissetmişti… * Komutanı vermişti kara haberi Cihat’a. Trafik kazasında kaybetmişti hayatını, gencecik ağabeyi. Cihat, perişan olmuştu bunu öğrendiğinde. Bir tür lü kabullenemiyordu, bir ömrü birlikte geçirdikleri, hayaller kurdukları ağabeyi şimdi gitmiş olamazdı… Ağabeyine ne kadar bağlı olduğunu herkes çok iyi biliyordu. O yüzden komutanı, kendisini toparlaması için memleketlerine, ağabeyinin cenazesine gittiğinde, bir süre orada kalması için izin vermişti Cihat’a. * Memleket havasını özlemişti özlemesine Cihat ama ağabeyi olmadan eksikti her şey. Birlikte gidip, kayalıklarda oturup hayal kurdukları ve karlı başını bir geline benzettikleri Ağrı’yı izledikleri o günleri özlüyordu. Bu defa yalnız gitmişti o yamaca. Cenazeden hemen sonra… Oturup saatlerce o günleri düşünmüştü. Birlikte taş topladıkları o zamanları… Sanki hayatının amacını kaybetmiş, yolunu şaşırmış gibiydi bu hayattaki rehberi olan ağabeyi gidince. Böyle karamsar düşüncelere dalmışken, bu sırada iki büyük kayanın arasında parlayan bir şey ilişmişti gözüne. Yaklaşıp eline aldığında, yıllar önce, o tepelerde birlikte dolaştıkları yaşlı amcanın anlattığı taş olduğunu anlamıştı. Cam gibi parlak, siyah bir taştı, tıpkı onun tarif ettiği gibi… O zaman şöyle demişti amca Cihat’a, “Taş sana geldiğinde, onu sıkıca tut. O taş sendeki cevheri ortaya çıkarır. Hayattaki yolunu o vakit bulursun.” Cihat geçmişten bir mesaj gibi gelen bu bilgiyi hatırlayınca, amcanın yıllar önce söylediğini yaptı. Taşı eline aldı, gözünü kapattı. Bir anda, bir şimşek çaktı ve kendisini görür gibi oldu taşın parlayan yüzeyinde. Ağabeyinin, rüyasında kanatlanıp uçtuğu ağrının zirvesinde şimdi o vardı ve ikisi beraber, kanatlanıp uçuyorlardı boşlukta. Yüzüne bir gülümseme yayıldı o an Cihat’ın. Ağabeyiyle yakında kavuşacaklarını hissetmişti… * Taşı yanından hiç ayırmadı o günden sonra Cihat. Komutanı tarafından izin verilmesine rağmen, aceleyle birliğine teslim oldu. Yeniden silah arkadaşlarına katılmak için sabırsızlanıyordu. Yolunu biliyordu artık. Yeniden bulmuştu… Bu ülkenin varlığı için gerekirse canını vermeye hazırdı. Gittikten sonra, tezkeresine on dört gün kala ailesini arayarak, “Beni ağabeyimin yanına gömün.” demişti. Gerçekten de ağabeyinin ölümünden dört ay sonra, bir görev sırasında, teröristlerle aralarında vuku bulan çatışma sonucu, Hakkâri’de şehadet şerbetinden tatmıştı. İki kardeş Ağrı’nın zirvesinde buluşmuştu şimdi. “Sen ki, ruhunla beraber gezer ecramı adın; Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât, Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihat…” Mehmet Âkif Ersoy Şehit Er Cihat Sayım da bütün şehitlerimiz gibi, vatanı, milleti ve bayrağı uğruna canını feda etmiş, son nefesini verene dek korkusuzca mücadele etmiştir. Bizlere böyle bir zaferin gururunu yaşatan, bayrağımızın gökteki asil yerini muhafaza ve müdafaa etmek için aziz canından vaz geçen şehitlerimizi şükranla anıyoruz. Ruhları şad olsun.