Burak, İstanbul Gültepe Karakolundaki görevinin başındayken telefonu çaldı. Canından çok sevdiği annesi arıyordu. Polisliğe başladığından beri çok sık görüşemiyordu ailesiyle Burak, çok özlüyordu onları ama çocukluğundan beri en büyük hayaliydi polis olmak. Osmaniye’de, her hafta sonu ailesiyle çarşıya indiklerinde gördüğü polis memurlarına imrenerek bakar, hayranlıkla izlerdi onları, daha küçücüktü o zamanlar. Bir defasında, annesiyle pazarda gezerken, bir polis memuru onunla konuşmuştu da ne kadar heyecanlanmıştı. Eli ayağı birbirine dolaşmış, genç polis de onun bu heyecanını kaybolduğuna yormuştu. Yardıma ihtiyacı olup olmadığını sor muştu küçük Burak’a. Burak, bu yardımsever polis ağabeyden çok etkilenmiş, büyüyünce, tıpkı onun gibi çocukları koruyup, kollayan, ihtiyacı olan herkese yardım eli uzatan bir emniyet mensubu olmaya karar vermişti. Okulunu başarıyla tamamladıktan sonra, ilk görev yeri İstanbul olmuştu Burak’ın. Arkadaşlarının, “Orası İstanbul, Osmaniye’ye benzemez. Yapamazsın.” diye gözünü korkutmaya çalışmalarına rağmen, o bir an bile tereddüt etmemişti İstanbul’a giderken. Otobüsten iner inmez, çok sevmişti bu yedi tepeli şehri. Vapurla karşıya geçmeyi, nemli yaz gecelerini, Arnavutkaldırımı sokaklarını ve Gültepe Karakolu’ndaki pencere önüne konan ekmeğinin peşindeki martılara hemen alışmıştı… Amirlerine ve çalışma arkadaşlarına da öyle… Görevini büyük bir istekle yapıyordu Burak. Hem çalışkanlığı hem de ağırbaşlılığıyla herkesin gözdesi olmayı başarmıştı kısa sürede. Tıpkı küçüklüğünde mahallede, okulda, küçük, büyük herkese kendisini sevdirdiği gibi… Hiçbir şikâyetiyoktu Burak’ın, ailesine duyduğu özlem dışında. Annesi ve babası da çok özlüyordu onu. En çok da annesi… Oğlu, gönlünde yatan polislik hayalini gerçekleştirdiği için mutluydu ama işte böyle her gün, birkaç defa arayıp, sesini duymadan edemiyordu. * O gün yine, tam saatinde aradı Rukiye Hanım oğlunu. Burak, “Söyle annem!” diye açtı telefonu. Rukiye Hanım heyecanlı, hemen lafa girdi, “Oğlum! Dün gece çok güzel, çok hayırlı bir rüya gördüm. Hemen anlatayım istedim. Müsait miydin?” Burak annesinin her zamanki telaşlı haline gülümseyerek, “Hayırdır inşaallah anacığım. Ne gördün, anlat haydi.” dedi, samimi bir merakla. Rukiye Hanım anlatmaya başladı heyecanla. “Rüyamda Hacca gitmiştim. Başımda ve üzerimde beyaz bir örtü vardı. Kâbeyi tavaf ettim. İçimde büyük bir manevi coşkuyla uyandım. Gerçek gibiydi oğlum. Sanki gittim geldim. İnşallah bir gün gerçekten gitmek de nasip olur.” dedi. Burak annesinin bu sözü üzerine duygulandı. Zaten biliyordu, annesinin ne zamandır Hac görevini yerine getirmek isteğini. “Anacığım, sen merak etme. O iş bende.” dedi. Rukiye Hanım mahcup, “Yok yavrum, ondan demedim. Sen kendini zora sokma şimdi benim için. Elbet bir gün nasip olur banada.” dedi ama Burak kararını vermişti, annesinin bu hayalini gerçekleştirecek. Gerçekten de kısa bir süre sonra Burak, yıllık iznini alarak Osmaniye’ye geldi. Annesine sürpriz yaparak Umre’ye gidecekleri müjdesini verdi. Her şey hazırdı, sadece pasaportlarını almak kalmıştı geriye. Rukiye Hanım, sevinç gözyaşları içinde oğluna sarıldı. Hayattaki en büyük dileğini gerçekleştiriyor du oğlu. Dünyalar Rukiye Hanımın olmuştu. O, düne kadar, kısa şortla gezen küçük oğulları Burak büyümüş de böyle hayırlı bir evlat olmuştu. Allah’a ne kadar dua etse azdı Rukiye Hanımın…. *Ana oğul, büyük bir huzur ve huşu içinde ibadetlerini gerçekleştirmek üzere Umre yolculuğuna çıktılar. Burak annesine, “Vaktimiz geldiğinde Hac görevimizi de yapacağız inşaallah anacığım.” diye söz verdi. Umre yolculukları çok güzel geçiyordu. İkisi birlikte ibadetlerini gerçekleştiriyor, birbirleriyle o manevi atmosferin tadını hissederek zaman geçiriyorlardı. Kâbe’yi tavaf ettikleri sırada, Burak, annesine, “Bir dilek dileyeceğim anneciğim, sen de ‘Amin’ diyeceksin tamam mı?” dedi. Annesi, “Derim demesine ama ne dileyeceksin oğlum?” diye sordu merakla. Burak “Soru sorma. Sonra söylerim.” dedi. Annesi çaresiz kabul etti, zaten bütün duaları oğlu içindi. Kâbe’yi tavaf ettikten sonra dileğini açıkladı annesine Burak; “Rabbim bana şehitliği nasip eylesin” diye dua etmişti. Rukiye Hanım ne diyeceğini bilemedi. Bu sözleri oğlundan, canının parçasından duymak zor olmuştu ama bir yandan da çok etkilenmişti, oğluna sımsıkı sarıldı gözünden akan yaşlara engel olamayarak.*Umre seyahatleri bitip, İstanbul’a dönmüştü Burak. Bundan kısa bir süre sonra da tayini Şırnak, Cizre’ye çıkmıştı. Burak çok sevinmişti bu habere. Tayinini öğrenir öğrenmez, anne ve babasını arayıp, bu müjdeli haberi vermişti. Üstelik Cizre’ye gitmeden birkaç gün önce de yanlarına uğrayıp, onları görebilecekti. Rukiye Hanım, oğlunun gelecek olmasına çok sevinmişti ama tayininin Cizre’ye çıktığını öğrenince içi cız etmişti. Çünkü hissediyordu, oğlunun duası yakın bir zamanda gerçekleşmek üzereydi. Şehadet yolunda adım adım ilerliyordu Burak. * Burak, nihayet, uzun bir aradan sonra, Osmaniye’deki baba ocağına gelmişti. Çocukluğunun geçtiği toprakları da ailesini ve arkadaşlarını da çok özlemişti. Annesinin şahane yemekleri, babasıyla yaptıkları o ilmi sohbetler, sabahları arkadaşlarıyla içtikleri o sıcak çorbalar hepsi burnunda tütüyordu. Rukiye Hanım, oğlunun en sevdiği yemekleri yapmış, heyecanla onun gelmesini bekliyordu. Sadece ailesi de değil, bütün mahalleli, eş, dost herkes Burak’ın yolunu gözlüyordu. Mahallenin gözbebeğiydi Burak. Çocukluğundan itibaren, çok koruyucu, kollayıcı, herkese güven veren bir çocuktu Burak. Haksızlığa uğrayan biri oldu mu, hemen zorbaların karşısında dikilir, kendini savunamayanın hakkını o savunurdu yiğitçe. Çok da dürüst bir çocuktu. Mahalle halkının adeta gözbebeğiydi. Her zaman Allah’ın rızasını gözeterek yaşadığı için kimseyi kırmaz, kimsenin hakkına girmez, kedi, köpek, kuş ayırt etmeksizin, bütün canlılara çok merhametli davranırdı. Başkalarının derdiyle dertlenir, kendisi için istediği iyi ve güzel bir şeyin misli misli başkaları için de olmasını dilerdi. Peygamber Efendimizin, “Sizden biriniz kendisi için arzuladığı şeyi din kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olamaz.” buyurduğu gibi, İslam’ın ve insan olmanın en temelinde kardeş olmanın ve birbirini koruyup kollayarak yaşamanın olduğunu bilerek hareket ederdi küçüklüğünden beri. Annesi de babası da gurur duyuyordu Burak’la. Her şeyden önce vatanına, milletine olan sevgisi ve bağlılığı sevindiriyordu ailesini. Küçücük yaşında Uhud ve Bedir savaşlarıyla ilgili belgesel ve videolar açıp izler di, anne ve babasına da izletirdi büyük bir hevesle. Her seferinde, sanki ilk defa izliyormuş, bu savaşları ilk defa duyuyormuş gibi etkilenirdi. Müslümanların, Allah yolunda can verip, şehadete ermeleri onu çok etkiliyor du. Bir gün ben de bu cengâver savaşçılar gibi şehadete ereceğim diyordu, tek gayesi buydu daha o zamanlardan beri. * Burak’ın tayin izni ailesiyle çok güzel geçiyordu. Mahalle arkadaşlarını görmüş, büyüklerini ziyaret etmişti fakat izni, göz açıp kapayana kadar bitmişti. Bir yandan onlarla daha çok zaman geçirmek istiyor, bir yandan ise Cizre’ye gidip hemen, görevinin başına geçmek istiyordu. Burak’ın gitmesine yakın, Rukiye Hanım, yine bir rüya görmüştü fakat bu defa gördüğü rüya onu çok tedirgin etmişti. Çünkü oğlunun şehadet mertebesine ereceği malum olmuştu bu mübarek anaya. Rukiye Hanım, bu rüyayı anlatamadı oğluna ama “Cizre’ye gitme annem.” diye ısrar etti, Burak’ın ikna olmayacağını bile bile. Gerçekten de Burak, kararını vermişti. Ülkesi için her yerde görev yapar, vatanı için canını bile verirdi. Annesini teselli etmek için, “Korkma anneciğim” dedi, “Vadem dolduysa, bu dizinde de olur. Kaderden öte yol yok.” dedi. Rukiye Hanım, bu lafın üzerine bir şey diyemedi. Üstelik oğlunun tek dileği şehadete ermekti küçüklüğünden beri, bu dileğini gerçekleştirme yolunda ona engel olmanın vebaline giremezdi. Daha fazla ısrar edemedi o yüzden. Sadece “Oğlu için en hayırlısı neyse, o olsun diye” dua ederek, Cizre’ye uğurladı onu. Burak kapıdan çıkarken son kez annesine sarılıp, “Anacığım. Bana bir şey olursa, dimdik ayakta duracaksın. Söz ver.” dedi, Rukiye Hanım, gözünde biriken yaşları tutmaya çalışarak “Söz.” dedi. Bu ana, oğulun, Burak’ın şehadetinden önceki son sarılmalarıydı. * 16 Ağustos’ta, kurak bir Şırnak yazında, Cizre’deki İlçe Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Grup Amirliği’ndeki görevine başlamıştı Burak. İstanbul’un da Osmaniye’nin de yazlarına benzemiyordu Şırnak’ın yazı. Zorlu bi coğrafyaydı. Güneş sanki derisini kavuruyor, bütün ışınlarını bir kirpinin okları gibi saplıyordu her yerine ama yine de şikâyeti yoktu. Alışacaktı. İnsan nelere alışmazdı ki… Hele Burak gibi inatçı, kararlı bir insan, her türlü zorluğun üstesinden gelmeyi başarırdı. Yeni görevi için çok heyecanlıydı. İnsanların, terör olayları sebebiyle çoğunlukla çekindiği bir yerdi Şırnak ama Burak’ın hiçbir çekincesi yoktu. Onun için vatanın her yeri aynıydı. Yeter ki topluma faydalı, milletinin menfaatini gözeten bir polis olarak görevini yapmaya devam etsin, ona yeterdi. Ne yalnızlıktan ne özlemden yana şikayeti vardı. İşten eve dönüp de yalnız başına kaldığında, düşünüyor, saatlerce okuyup, yazıyordu. Çocukluğundan beri defalarca hatmettiği, kutsal kitabımız Kur’anı Kerim’i tekrar okumaya başlamıştı. Yaş aldıkça, her okuduğunda, başka bir mâna buluyordu sanki her ayette. Burak’ın yüreğine tesiri, her gün daha fazla artıyor, dinini daha içten, daha kuvvetli yaşadığını hissediyordu. Tıpkı şehadetine doğru yürüdüğünü hissettiği gibi… * Sahiden de Burak, Cizre’deki görevine başladıktan on gün sonra, bir terör saldırısında şehadet şerbetinden tatmıştı. 26 Ağustos 2016’da bir cuma günü, sabah saat 06:45’te, bomba yüklü bir aracın infilak etmesi sonucunda şehadete yürümüştü. Anacığı ve ailesi perişandı şimdi. Teröre lanetler yağdırıyordu bütün Türkiye. Tek bir tesellileri vardı.O da Burak’ın, hep istediği gibi, Uhud’daki, Bedir’deki cengâver savaşçıların kervanına katılmış olmasıydı. Burak, canını, vatanı ve bayrağı uğruna feda ederek, o hep dua ettiği, Kâbe’deyken annesine “Amin” dedirttiği, en yüce mertebelerden birine ulaşıp, Peygamber Efendimize komşu olmuştu. Gözü arkada kalmamıştı. “Sen görevini yaptın yavrum. Gururla gidiyorsun şimdi. Güle güle git kuzum. Bizi dünyada da ahrette de gururlandırdın sen. Nur içinde yat. Annen seni çok seviyor, güzel bakışlı yavrum benim.” Rukiye Hanım, baba ocağının kapısından çıkarken son kez sarıldığı oğlunun tabutuna sarılmış böyle ağlıyordu. Ağlıyordu ama bir yandan da bu sözleri, oğlunun kulağına fısıldar gibi söylüyordu… Duyduğunu biliyordu Burak’ın. Çünkü o ölmemişti, şehitler ölmezdi… * Bu vatan ve millet, birlik ve beraberliğini, Şehit Polis Memurumuz Burak Mart gibi, yiğit, cengâver şehitlerine borçludur. Aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, milletimize ve ailesine sabır diliyoruz. Kabirleri nurlarla dolsun…