Burak KAPUCUOĞLU
1988-2009
Şehir: Kastamonu
Doğum Yılı: 10.09.1988
Şehadet Yeri ve Tarihi: Siirt, 08.09.2009
Görevi: Jandarma Er

Kastamonu’da sıcak bir temmuz günü, sabaha karşı, Metin Amca, her zamanki gibi uyanmış, abdestini almış, namazını kılıyordu. Bu sırada içeriden bir gürültü duydu. “Hayırdır inşaallah.” deyip, namazını bitirip, içeri gitti. Askerlik çağındaki oğlu Burak, yere kapaklanmış, adeta kıvranıyordu. Metin Amca panikle koştu oğlunun yanına. Yerden kaldırmaya çalıştı, “Neyin var oğlum?” diye sordu telaşla. Burak yattığı yerde kıvranırken, “Yok bir şeyim.” diyordu ama acı çektiği her halinden belliydi. Bu sırada Burak’ın annesi Sevil Teyze de uyanmıştı. Heyecanla oğlunun etrafında dört dönüyordu, “Allah’ım sen koru oğlumu!” diyerek… Metin Amca hemen kaldırdı oğlunu, beli bükülse de can havliyle sırtladı, yerden kaldırdı. “Bir taksi çağır hanım.” diye bağırdı nefes nefese, iki büklüm bir halde… Üstlerine başlarına bir şey almamış, pijama, terlik fırlamışlardı evden. Burak yol boyunca, ağrıdan perişan olduğu halde, babasından özür diliyor, o halinde bile, onları üzdüğü için kendine kızıyordu. Çocukken de öyleydi Burak, ateşlendiğinde, annesi onun yanında oturur, sabaha kadar başında beklerdi. O da sabaha kadar ağlayarak, “Özür dilerim anneciğim.” derdi, “Seni yorduğum, üzdüğüm için çok özür dilerim.” Öyle hassas, ince ruhlu, kimseye yük olmak istemeyen bir çocuktu. Hastaneye gelince, hemen acil serviste müşahede altına alındı Burak. Apandisiti patlamıştı, bir an önce ameliyat olmalıydı. Burak, “Askere gideceğim ben!” dedi, “Ameliyat olamam!” diye karşı çıktı. Doktor ciddiyetle, “Eğer ameliyat olmazsan, ölürsün.” dedi. Durumu ağırdı. Seçme şansı yoktu… Acil ameliyata alındı ama Burak’ın içine doğmuştu sanki,ameliyat sırasında işlerin ters gideceği… Çünkü ameliyattan çıktıktan birkaç gün sonra, midesinin zarar gördüğü anlaşıldı ve “Askere gitmesi sakıncalıdır.” raporu verildi. Burak’ın dünyası başına yıkıldı o an. Asıl bu onun ölüm fermanıydı! Asker olmak, komando olmak, çocukluğundan beri en büyük hayaliydi. Doğu’ya gitmek istiyordu o. Şehit olmak istiyordu. Daha birkaç ay önce, ailece gittikleri şehitlik ziyaretinde de dile getirmişti bunu annesiyle babasına; “Ben de bir gün şehit olup, Peygamber Efendimize komşu olacağım.” demişti. Vatanına olan borcunu ödemek için sabırsızlanıyordu Burak. Hiçbir şey ona engel olamazdı. O yüzden, hastaneden çıkar çıkmaz, raporu hiç umursamadan, ailesinden gizlice başvurusunu yaptı. Ucunda ölüm bile olsa kutlu asker ocağına gidecekti! * Askere çağrılmayı beklerken, bir yandan da çalışıyor, evine destek oluyordu. Çok özverili bir çocuktu Burak. On üç liralık yevmiyesinin, on lirasını evin harcamalarına, üç lirasını ise kendine ayırırdı. Ailesinin en büyük desteğiydi oğulları. Her konuda onların yardımcısıydı. Bir dediklerini iki etmez, onlar yorulmasın diye her işlerine koşardı. Annesini de babasını da Allah’ın ona bir emaneti olarak görür, üzerlerine titrerdi. Çok vicdanlı, merhametli, paylaşmayı ve yardımlaşmayı seven bir çocuktu. Sadece ailesini de değil, kimseyi kırmaz, geri çevirmezdi. Fakire, fukaraya, muhtaca yardım elini uzatırdı. Her akşam iş çıkışında maddi durumu iyi olmayan komşularına ekmek alır ve kapılarının tokmağına asardı, kendi bıraktığını sezdirmeden… Adeta “iyilik” için yaşıyordu Burak. İnsanları mutlu etmek ona da iyi geliyor du. Birilerine yardım ettiğinde, Allah’a daha yakın olduğunu, onun rızasını aldığını hissediyordu. Namaz sonlarında, “Rabbimiz bize dünyada da ahirette de iyilik ver.” dememiz de bu yüzden değil miydi? Başkalarının mutluluğuna yardım ettikçe, mutlu oluyordu Burak da. Bazen bir dilim ekmekle oluyordu bu, bazen bir günaydınla, bazense bir gülümsemeyle… Ne şekilde olursa olsun, insanlara yardım etmeyi bu hayattaki en önemli görev olarak kabul eden, iyi yürekli bir delikanlıydı o. Burak’ın sağlığı düzelmiş, askerlik başvurusu cevap bulmuş ve Peygamber Ocağına gitme vakti gelmişti. Annesi bunu duyunca önce çok üzülmüştü. Çünkü hastaydı oğlu, oralarda başına bir iş gelmesinden korkuyoruz. “Askerliğe uygun değildir.” raporu vardı ne de olsa ama Burak kararlıydı. Vatanı için, kolu, bacağı olmasa bile savaşır dı o. “Gel!” demeleri yeterdi… Vatanının ona ihtiyacı vardı! Annesi de razı gelmişti çaresiz… * Burak, Peygamber Ocağına gitmeden evvel kurban kesmişlerdi oğullarının hayrına. Kurbanın başına sürmek için kına yakılırken, Burak kendi saçına da bir parça kına sürmesini istemişti annesinden. Annesi Sevil Teyze, “Niye?” diye sormuştu, anlamamıştı sebebini. Burak da ilkokulda duyduğu, Kınalı Ali hikayesi ni anlatmıştı ona… “Çanakkale Savaşlarında, Askere giden Ali, saçındaki kınanın ne anlama geldiğini soran komutanına ne cevap vereceğini bilememiş. Annesine mektup yazmış ilk fırsatta. “Anacığım, benim saçım niye kınalı?” diye sormuş. Şöyle bir cevap gelmiş annesinden aylar sonra, “Oğlum Ali, bizde üç şeye kına yakarlar. Birincisi, gelinlik kıza, gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye. İkincisi kurbanlık koça, Allah’a kurban olsun diye. Üçüncüsü ise askere giden yiğitlerimize, vatana kurban olsun diye.” Anlamıştı Sevil Teyze, oğlunun neden saçına kına yakmak istediğini. Kendini tutamayıp ağlamaya başlamıştı. Çünkü oğlunun gittiği yerden geri gelmeyeceği fikri, içinde büyük bir keder duymasına sebep olmuştu ama Burak, annesinin elinden tutup şöyle demişti; “Ne olur üzme kendini. ‘Dönmeyecek mi?’ diye düşünme. Çünkü döneceğim. Belki üzerimde üniformamla, belki de ay yıldızlı bayrağıma sarılı tabutumla. İkisinden de sevinç duy anacığım, çünkü ben de Kınalı Ali gibi, bu vatana kurban olmaya hazırım.” demişti. Gerçekten de anasının kınalı kuzusu Burak, Peygamber Ocağına gitmeye ve bu vatana canını feda etmeye, doğduğu günden beri hazırdı. * Burak, Bilecik Gölpazarı’nda acemiliğini yaptıktan sonra Siirt Eruh Yassıdağ Karakolunda Jandarma er olarak görev yapmaya başlamıştı. Askerliğinin on üçüncü ayıydı. Yerine alışmış, güzel huyu ve erdemiyle arkadaşlarına ve komutanlarına kendini sevdirmişti. Zor bir noktada görev yapıyordu ama yüreğiyle, tüm zorluklara kahramanca karşı koyuyordu. Bu arada anneciğiyle babacığı ise gün sayıyordu oğulları görevini sağ salim bitirip, yuvaya dönsün diye. Burak, ailesini sık sık arıyor, hallerini hatırlarını soruyordu. Kendinden çok onları düşünüyordu her zamanki gibi. O gün de yine annesini aramıştı. “Tertibim nasılsın?” diye sormuştu. Annesine hep “Tertibim” diye seslenirdi. Neşeli çocuktu Burak, en sıkıntılı anında bile, moralini bozmaz, kimseye belli etmezdi içinde kopan fırtınaları. Annesi gülmüş, “Sen nasılsın asıl Kınalı Kuzum?” diye sormuştu. Burak yine annesine, “İyiyim” demişti, “Yakında geleceğim, beraber gezeceğiz. Hazırlan” demişti, “Gideros Koyuna götüreceğim seni. Hep istiyordun ya… Sonra, sana sarı yazma alacağım oradan, hamsi tava da yedireceğim.” Sevil Hanım buruk gülümsemişti ama nedense içine bir hüzün çökmüştü, bu konuşmadan sonra. Sanki, bütün bunları yapamayacaklarını hissediyor gibiydi ana yüreği… Son zamanlarda, Metin Amcanın da kalbine bir sıkıntı çökmüştü. Sürekli huzursuzdu. Nereye baksa, kimi görse, ona Burak’ı hatırlatıyor, sanki fena bir şey olacak gibi hissediyordu. Telaşlandırmamak için paylaşamıyordu hanımı Sevil Teyzeyle amaoğlunun şahadete doğru yürüdüğünü hissediyordu sanki. Rüyaları bile ona bunu söylüyordu. Metin Amca, oğlu askere gitmeden üç yıl önce gördüğü bir rüyayı, sık sık görmeye başlamıştı yine. Bu rüyada, sahabelerden oluşan kalabalık bir topluluğun içinde, birinin kolundan tutarak kendisini çektiğini, bakır renginde bir toprak zeminde, ortada bir sahabenin kucağında bir cenaze görmüş, uyandığında bu durumu, oğlunun şehit olacağının bir işareti olarak yorumlamıştı. Gel gelelim, oğlu da dahil hiç kimseye bu rüyasını anlatmamıştı. O da aklından çıkarmak istiyordu ama içinden bir ses, bu rüyayı sürekli kendine hatırlatıyordu. * O akşam, operasyondan dönmüştü Burak. Çatışma olmamış, tim, zayiatsız olarak geri gelmişti. Aynı gün, tekrar operasyona çıkılacaktı. Burak, daha görevden birkaç saat önce gelmesine rağmen, tekrar gönüllü olmuştu. Komutanı, “Sen daha operasyondan yeni döndün, olmaz.” demişti ama Burak, komutanına çok ısrar etmişti ve o gece de operasyona gitmek üzere arkadaşlarıyla karargâhtan ayrılmıştı tekrar. Komutanı çok gururlanmıştı, bu gencecik askerinin vatanına olan aşkından. Operasyon, gece iki civarında başlamıştı. Vatanımızın üzerindeki emellerini gerçekleştirmek arzusundaki terör örgütünün açtığı ilk ateşin ardından, Mehmetçiğimiz de karşı ateş açmıştı. İki tarafın da üzerlerine mermiler yağıyordu. Dişini, tırnağına takmış, büyük bir hırsla kurşun atıyordu düşmana Burak. Ta ki, iki buçuk sularında göğsünden vurulana kadar. Burak Kapucuoğlu 10 Eylül 1988 Salı, sabah namazı vakti geldiği bu dünyadan, 8 Eylül 2009 Salı günü, Ramazan ayının on dokuzuncu gününde, şehadete yürümüştü… * İşte dönmüştü evine Burak, annesine söz verdiği gibi, fakat al bayrağımıza sarılı tabutuyla beraber. Şehitlikte, tabutu açıldığında, etrafa öyle güzel, öyle manevi bir rayiha yayılmıştı ki; bu hiçbir kokuya benzemeyen rayihayı daha önce bir defa da, Hac ziyareti esnasında, Kâbe’yi tavaf ederken hissetmişti Metin Amca… Defin esnasında oğlunun yüzünü görmek istediğinde yayılmıştı o koku… Naaşına yaklaşıp, “Oğlum, yüzünü görebilir miyim?” diyerek, üç defa oğlundan müsaade istemişti. Şehidin yüzü açıldığında çehresi bembeyaz, sanki nurlanmış gibi görünüyordu. Sanki gülümsüyor ve “Baba, bak; ben çok güzel makamdayım, şehit oldum.” diyor gibiydi… *Şehit Jandarma Er Burak Kapucuoğlu gibi, bu vatan için canını feda eden kahraman Mehmetçiğimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz. Duamız ve minnetimiz onlarladır, onlar ise daima yüreğimizde yaşamaya devam edeceklerdir.