Şehitler otağı Kars, milli ve manevi duyguları daima diri kalmış, yaşadığı acılara ve kayıplara rağmen, birlik ve beraberlik içinde olmayı her zaman başarmış bir şehirdir. Piyade Onbaşı Asim Ağçay da vatan için her şeyi göze alan, düşmana meydan okuyan dedeleri gibi, bu topraklarda yetişmiş, mert, vatanını, milletini savunmak uğruna ölümü göze alabilecek bir yiğitti. İlkokuldayken, öğretmenleri, Çıldırlı Aşık Şenlik’in 93 Koçaklamasını ezberletmişti öğrencilerine. Şöyle diyordu dizlerde Aşık Şenlik; “Asker olan bölük bölük bölünür, Sandınız mı Kars kalesi alınır! Boz atlar üstünde kılıç çalınır, Can sağ iken yurt vermeniz düşmana.” Babacığı, Asim ve kardeşlerini bu ecdadın kahramanlık destanlarıyla büyütmüştü. Belki de o yüzden, “Boz atlar üstünde kılıç çalınır.” dizesi, o zamanlar dokuz, on yaşlarında olan Asim’e, Uhud’da savaşan Hz. Hamza’yı hatırlatmıştı. Hz. Hamza, savaş alanına, şahlanan atıyla gelerek, Kureyş’in en iri kıyım savaşçılarına karşı meydan okuyup, büyük kahramanlıklar göstererek, otuz Kureyşliyi öldürmüş, her yeri yara bere içinde kalmasına rağmen, yılmadan savaşmaya devam etmişti. Bu mücadelenin sonunda ise bir kafirin attığı mızrak ile şehadete ermişti. Asim, Hz. Hamza’nın Allah yolunda canını hiçe sayarak savaşmasından öyle etkilenmişti ki, büyüdüğünde o da Allah ve vatan yolunda yürümeye karar vermişti daha küçücük yaşında. Aklında o dizeler, okuldan eve kadar yürümüştü. Unutmamak için, tekrar edip durmuştu içinden yol boyu. Sonra o gece, bir rüya görmüştü. Tıpkı hayalindeki Hz. Hamza’nın atına benzeyen, boz bir at, evlerinin bahçesine geliyor, onu adeta bir yere çağırıyordu, peşinden gelmesi için… Asim atın peşinden gidiyordu koşarak. En sonunda, cennet gibi bir yerde, bir çayın önüne gelip duruyordu boz at. Asim, ata doğru yavaşça yaklaşıyor, önce yelelerini seviyor, sonra üstüne binmek istiyordu ama at izin vermiyor, şahlanıp, çayı bir hamlede aşarak, dolu dizgin ondan uzaklaşıyordu. Asim da onu yakalamak için peşinden koşmak istese de yüzme bilmediği için çayı geçemiyor, karşı kıyıda kalıyordu. Asim bu rüyadan uyandığında tam namaz vaktiydi. Hemen koşup abdestini aldı, namazını kıldı. Sonra hemen gidip, annesine anlattı gördüğü rüyayı. Annesinin kalbi yerinden çıkacak gibi oldu o an. Çünkü bu rüyanın haberci bir rüya olduğunu anlamıştı. Oğlu, saygıdeğer bir adam olacaktı büyüdüğünde belli ki. Doğduğundan beri başka türlü bir hali vardı zaten Asim’in. Annesi hep farkındaydı bunun. Hisleri çok kuvvetli, etrafına karşı çok duyarlı bir çocuktu. Daha ufacıkken, özellikle sevdiklerinin bir derdi bir sıkıntısı oldu mu, uzakta dahi olsa hisseder, mutlaka yardıma koşar dı. Bir defasında annesi, çarşıdan dönerken, bileğini burkmuştu. Çok zor durumda kalmıştı, yürüyemiyordu, “Ne yapacağım?” diye düşünürken, bir anda Asim çıkmıştı karşısına. Koşa koşa annesinin yanına gelmiş, tutup, oturduğu yerden kaldırmıştı onu. Anneciği şaşırmıştı onu görünce, bu saatte okulda olması gerekiyordu normalde ama Asim dersi dinlerken, içi cız etmişti. Annesinin bir sıkıntısı olduğunu hissetmiş, ilk teneffüste fırladığı gibi, koşa koşa çarşıya inmişti. Hemen bir vasıta bulup, anacığını önce sağlık ocağına, sonra eve kadar götürmüştü. Annesini de babasını da çok severdi Asim. Hele ağabeylerini gözü gibi sakınırdı… Onlar için canını verecek kadar düşkündü hepsine Ailesinin, arkadaşlarının hep iyiliğini isterdi. Kendinden çok onları düşünürdü. Herkese güler yüz gösterir, komşuları ile içten, samimi ilişkiler kurar dı. Hastaların bakımına yardım eder, özellikle yaşlı insanların her türlü ihtiyaçlarını gidermek için koşturur, kimsesizlere bir evlat gibi destek olurdu. En önemlisi de yaptıkları iyilikleri asla dillendirmez, orada burada anlatıp, yardım ettiği insanları mahcup etmezdi. Çok hassas ve düşünceli bir insandı. Kimsenin kalbini kırmaz, kimse hakkında kötü söz söylemezdi. Sözünün eri ve adaletli biriydi. Hem aile, hem çevresiyle ilişkilerinde, adalet kalkanını elinden asla bırakmayan adil bir delikanlıydı. Peygamber Efendimizin, “Aile efradı kalabalık olduğu halde harama el uzatmayıp, haramdan uzak kalmaya çalışanlar cennet ehlidir.” buyurduğu gibi, Asim’de helale yakın durdukça, huzura da yakın olacağını bilir, kul hakkına girmeden, haram lokma yemeden, kimseye kötü muamelede bulunmadan yaşardı. Asim’ın yüreğindeki en büyük iki yangın, vatan aşkı ve aile sevgisiydi. Fakat onlardan sonra gelen bir tutkusu daha vardı, o da futboldu. Koyu Beşiktaş’lıydı.Hemen hemen hiçbir maçı kaçırmazdı. Takımı kazanınca, dünyalar onun olurdu. Kendi de sever di futbol oynamayı. Ağabeyiyle beraber, halı saha maçlarına giderdi sık sık. O kadar hızlıydı ki, kimse yetişemezdi topu sürerken ona. Çok yetenekliydi. Hat ta Ankara’dan, Kars’a ziyarete gelen, Fırtına Kemal lakaplı antrenör bir ağabeyleri, tesadüfen onu izlemiş ve takımına transfer etmek istemişti ama Asim, vatani görevini yapmadan bir karar almak niyetinde değildi. Zaten, onun gönlünde yatan aslan, çocukluğundan beri asker ya da polis olmaktı. Ağabeylerinden biri, polisti. Onun mesleğine, vatanına hizmet etmesine gıpta ediyor, ağabeyi gibi o da milleti için çalışmak istiyordu. Bu sebeple, eğitimi bittikten sonra, hiç oyalanmadan, vatani görevini yapmak üzere, “En büyük asker bizim asker” nidalarıyla, kutlu asker ocağına uğurlandı Asim. Memleketin en doğusundan, en batısına gitmek üzere yola çıktı. Şehitler Otağı Kars’tan, Şehitler Diyar’ı Çanakkale’ye… Yirmi saat süren yolculuğu sırasında, çocukken gördüğü o rüyayı tekrar görmüştü Asim. Yine, aynı boz at, karşısına çıkıyor, onu yeşillikler arasındaki çaya doğru çağırıyordu. Peşinden gidiyordu Asim. Yine seviyordu yelelerini boz atın. Sonra üzerine binmek istiyordu tekrar ama bu defa at, geri çekilmeyip, üstüne binmesine izin veriyordu Asim’in. Asim, üzerindeyken şahlanan atla beraber, daha önce geçemediği o çayı geçip, uzaklara doğru kayboluyordu… Asim, uyandığında, Çanakkale’deki kutlu asker ocağına varmıştı bile. O kapıdan içeri girerken, rüyanın da tesiriyle, şehadet şerbetini içeceğini biliyordu artık… *Mutluydu Asim; vatanına hizmet edecek olmak ona gurur veriyordu. Tıpkı 93 Harbi’nde, Sarıkamış’ta ve Çanakkale’de canı pahasına mücadele eden ecdadı gibi… Zaman hızla geçiyordu. Asim, askerliği süresince ailesiyle çok sık haberleşemiyordu ama her hafta mektup yazıyordu onlara. Kendisinden habersiz bırakmıyordu anacığını. Sağlığının, rahatının yerinde olduğunu, vatanına hizmet etmekten memnun olduğunu yazıyordu her mektubunda. Orada da cana yakınlığı ve samimiyetiyle kendisini çok sevdirmişti. Komutanlarının ve arkadaşlarının göz bebeği olmuştu kısa sürede. Annesi ve babası, yüreği bu denli vatan ve millet sevdasıyla dolu bir evlatları olduğu için gurur duyuyordu. Çanakkale’de askerliği devam ederken, bir süre sonra, Asim’ın bölüğü, Irak’ın kuzeyine operasyon için görevlendirilmişti. Tehlikeli bir bölgeydi gittikleri yer ama korkmuyordu Asim. Tam tersi, gitmek için çok istekliydi. Cephede, düşmanın gözlerine bakarak, teke tek savaşmak istiyordu. Tıpkı Uhud’da, Hz. Hamza’nın kutlu amacı uğruna, son nefesini verdiği gibi, Asim’de gerekirse, Allah ve vatan yolunda canını teslim etmek istiyordu.Bu arada, hiçbir şey yarım kalsın istemiyordu. Kimsenin hakkı kendisinde kalmamalıydı ki, şehadet yolunda yürürken içi rahat etsin… Bu sebeple, yola çıkmadan biraz evvel, ağabeyi Şahin’i arayarak, “Ağabey,” demişti, “Siirt’te arabamı satmıştım hatırlarsın…” Ağabeyi bir an düşünüp, hatırlamıştı. “Evet. Hatırlıyorum. Ne oldu ki?” diye sormuştu. Asım, “Arabayı sattım ama devri olmadı hâlâ. Vekâletimi sana göndereceğim. Arabanın satış işlemleri tamamlansın bir an evvel.” Ağabeyi bir an durup, “Acelen ne oğlum?” demişti, “Dönünce yaparsın.” Asim, kendinden emin bir şekilde “Acelem var. Çünkü eğer, şehadete ulaşırsam, alanın hakkı bende kalmasın istiyorum.” demişti. Ağabeyi o an ne diyeceğini bilememiş, sanki nefesi kesilmişti. Çünkü o gece, annesinin gördüğü rüyayı hatırlamıştı. Asim’in annesi Nazime Teyze, rüyasında, koluna bir altın bilezik takıldığını görmüştü. Bilezik, kolunu çok sıkıyordu ve üç yerinde pas vardı. O pas, elinin baş ve işaret parmaklarına bulaşmıştı rüyasında. Uyandığında, hemen ellerine bakmıştı hayretle. Gözlerine inanamamıştı. Bileğinde ve iki parmağında gerçekten de kına yakılmış gibi bir rengin olduğunu fark etmişti, tıpkı rüyasındaki gibi… Hemen, gördüğü bu rüyanın tabirini araştırmışlar, camiye gidip, imama sormuşlardı. Cami imamı, bileziğin şehitlik mertebesi, kınanın ise cennet kınası, olduğunu söylemişti. Nazime Teyze, belli ki, oğlunun şehadete ereceğini hissetmişti… Gerçekten de bu rüyadan bir vakit sonra Asim, Peygamber Efendimize komşu olacaktı… * Birkaç gün sonra Asim,9 Haziran 1995’te, annesinin gördüğü bu rüyadan habersiz, ailesi ni aramıştı, helallik almak için. Telefonda, babasıyla konuşurken,“Birazdan operasyona çıkıyoruz baba. Vatan uğruna şehitler kervanına katılacağım ben de, hakkınızı helal edin”, demişti. Babası, oğlunun sözlerinden çok etkilenmiş, ne diyeceğini bilememişti. Sadece “Allah’a emanet ol oğlum.” diyebilmişti. Daha sonra Asim, bütün kardeşlerini arayarak, hepsi ile tek tek helalleşmişti. Birlikte, her fırsatta halı sahada maç yaptıkları ağabeyine de “Ağabey, Beşiktaş derbisini izlemeye fırsatım olmazsa, benim yerime mutlaka sen git olur mu?” demişti. Asim’in canından çok sevdiği ailesiyle, son konuşması bu olmuştu… Piyade Onbaşı Asim Ağçay, birliğiyle beraber Irak’ın kuzeyine giderken, Tunceli Pülümür’de, terör örgütü ile girilen çatışma sonucu şehadet makamına erişerek, Hz. Peygamberimize komşu oldu. Ordumuzun muzafferiyeti ve devletimizin baki olması için, şehitler kervanına katılan Piyade Onbaşı Asim Ağçay ve Uhud’tan, Kerbela’ya, Kerbela’dan, Çanakkale’ye şehadet şerbetinden tadan, bütün şehitlerimize Allahtan rahmet, ailelerine baş sağlığı diliyoruz. Cumhuriyetimiz, onlar gibi fedakâr ve cengâver kahramanlar sayesinde ilelebet var olmaya devam edecektir.