ALİM YILMAZ
1963-2006
Şehir: Muğla
Doğum Yılı: 25.09.1963
Şehadet Yeri ve Tarihi: Elazığ, 08.04.2006
Görevi: Jandarma Yarbay

Ağaçların yeşiliyle, göğün mavisinin birbirine karıştığı ılık bir mayıs günüydü. Kırlangıçlar, mavi ve yeşilin bu uyumunu bir oraya bir buraya uçarak kutluyor, cıvıltılarıyla adeta yazın gelişini müjdeliyorlardı. Ümmü Ana, derman kalmamış dizlerini zorlayarak bahçeye çıktı. Eşi Mehmet Bey, yine bütün gece uyumamış, kendini dağa taşa anlatmaya gitmişti o sabah da erkenden. Vakit akşamüstü olmuştu neredeyse ve hâlâ geri dönmemişti. Oğulları Jandarma Yarbay Alim Yılmaz, şehadet şerbetinden içtiğinden beri böyleydi Mehmet Bey. Yemiyor, içmiyor, uyumuyordu. Her sabah, Ümmü Ananın onun için hazırladığı kahvaltının yüzüne bile bakmadan, erkenden evden çıkıp, kendini oğlunun çok sevdiği Muğla’nın ormanına, dağına, taşına bırakıyordu. Sanki, deniz gören bir kayalığın üzerinde ya da bir kıyıda onu bulacakmış, eskiden olduğu gibi yine saatlerce sohbet edeceklermiş gibi geliyordu ama eve eli hep boş dönüyordu. Sonra da sabahlara kadar oturup, oğlu için sayfalar dolusu şiir yazıyordu. Yazmak oyalıyordu biraz onu. Oğluna olan duygularını, düşüncelerini aktarıyordu sayfalara. Ümmü Ana, “Haydi kalk yoruldun, azıcık uzan.” dese de masadan kalkmıyor, “İyi geliyor hanım. Sanki oğlumla sohbet ediyormuşuz gibi geliyor… Bırak oturayım biraz daha.” diyordu. Ümmü Ana da ne etsin, bırakıyordu kocasını kendi haline. Ellemiyordu artık. Biliyordu evladına nasıl düşkün bir baba olduğunu. Şehit olmadan evvel ne güzel sohbetler ettiklerini. Bir araya geldiler mi hiç susmadıklarını… Saatlerce sofra başında, bazen iki arkadaş, bazen iki kardeş, bazen baba oğul gibi sohbet ettiklerini… Çocukluğundan beri öyle kurulmuştu ilişkileri. Alim, adına layık bir çocuktu. Bilgili, gönül gözü açık, becerikli… “Alim ile oturan mertebe alır.” demiş ya atalar, sanki onların oğlu için söylenmişti bu söz. O küçücük yaşında, babasıyla, konu komşuyla büyük adam gibi konuşur, akıllar verirdi. İftihar ediyordu, Mehmet Bey de Ümmü Ana da onunla. Çok zeki, çok çalışkandı. Eğitime meraklıydı. Daha ilkokul birinci sınıfa başlamadan önce okumayı ve yazmayı öğrenmişti. Birinci sınıfa başladıktan bir hafta sonra, okul müdürü evlerine gelmiş, Alim’i ikinci sınıfa geçireceğini söylemişti. İlkokul öğretmeninin yeni doğmuş çocuğu vardı. Düzenli olarak süt izni kullanıyordu. Alim, daha yedi yaşında, o bir saatlik sürede, sınıf arkadaşlarına öğretmenlik yapar, alfabeyi, okumayı yazmayı öğretirdi. Öyle olgun, öyle aklı başında bir çocuktu. Öğretmenleri ve arkadaşları ile geçimi de çok iyiydi. Yardımseverdi, dürüsttü, fedakârdı. Okul sonraları ve hafta sonları kendine zaman ayırıp, oyun oynayacağı yerde, arkadaşlarına, zayıf oldukları derslerde yardımcı olmak için okulda kalır, onların geçer not alabilmesi için elinden gelen çabayı gösterirdi. Kitap okumayı çok severdi. Arkadaşlarına okuduğu kitapları verir, onları da okumaya sevk ederdi. Ümmü Ana, okullar tatil olunca, “Oğlum, dışarı çık arkadaşlarınla oyna biraz.” derdi ama o, “Anneciğim benim keyfim yerinde, kitap okumak istiyorum.” diye yanıtlardı onu. Karnesi hep yıldızlı pekiyi gelirdi. Aldığı takdir belgeleri, duvar kâğıdı gibi kaplamıştı duvarı. Büyüdükçe de artarak devam etti başarıları. Ortaokulda girdiği sınavları hep birincilikle kazanmıştı ve Harp Okuluna da birincilik ile girmişti. Hayaliydi askerlik Alim’in. Babası Mehmet Bey de askerdi. Çocukluğundan beri babası gibi vatanperver bir asker olmayı kafasına koymuştu. Onun izinden gidecekti. Sahiden de birincilikle girdiği Harp Okulundan azmi ve çalışkanlığı ile yine dereceyle mezun olmuş, ay yıldızlı üniformayı, bir daha çıkarmamak üzere sırtına geçirmişti nihayet. Görevine başladıktan sonra da başarıları dur durak bilmemişti. Önemli görevlerde yaptığı kahramanlıklar sonucu aldığı madalyaları, takdirnameleri bir vitrine sığmaz olmuştu yıllar geçtikçe. Çok iyi bir liderdi. Hep öncü bir ruha sahipti. Gerçek bir komutandı. Özverili, özgüveni yüksek, disiplinli ve vatansever bir insandı. Duruşuyla, konuşmasıyla, ses tonuyla, babacan bakışlarıyla bütün askerlerinin sevgisini kazanmış, onlara bir ağabey, bir baba olmuştu. Her yerde ondan övgüyle söz edilirdi. Mesleğe yeni başlayan askerlere verdiği eğitimlerde, onlara sadece askerliği değil, insani değerleri, dürüstlüğü ve ahlâklı, edepli olmayı da öğretmişti. Askerleri onun için çok kıymetliydi. O da askerleri için… Her birine çok iyiliği dokunmuştu, o yüzden hepsinin yüreğinde ve hayatında derin izler bırakmıştı. Ümmü Ananın zihninden bu düşünceler hızla akıp giderken, oturdukları evin bahçesinde, hâlâ Mehmet Beyin yolunu gözlüyordu. İyiden iyiye meraklanmaya başlamıştı, “Başına bir şey mi geldi acaba?” diye düşünürken, siyah, büyükçe bir otomobil gelip durdu evlerinin önünde. Ümmü Ananın bir an kanı çekildi otomobili görünce. Oğullarının şehadet haberini getiren heyetin geldiği günü hatırladı aniden. Onlar da böyle, siyah bir arabadan inmişlerdi, yüzlerinde hazin bir ifadeyle. Arkalarında ambulans, polis… Sonra… Gürül gürül akan nehrin sularının çekilmesi gibi çekilmişti Ümmü Ananın kanı damarlarından. Cüssesi küçülmüş, ufalmıştı sanki bir anda. Ruhunun yaprakları dökülmüş, yüreğinin feri sönmüştü… Gözleri donmuş yıldızlara dönmüştü. Çünkü, oğlu gitmişti… * Aynı acıyı hissetti yine o an. Sanki, oğlunun şehadet haberini tekrar alacak gibi bir his geldi oturdu göğsüne… Elleri, ayakları buz kesti, bayılacak gibi oldu. Fakat bu defa, kapının önünde duran arabanın yolcu kapısından, eşi Mehmet Bey indi. Şaşırdı Ümmü Ana ama rahatladı da. Kocası nihayet sağ salim gelmişti eve… Mehmet Beyden sonra da şoför tarafından siyah bir takım elbise giymiş, yiğit bir adam indi. Uzaktan oğlu Alim’e benzetti bir an, yaşı başı, şakaklarına düşen beyazları, boyu posuyla… İçi hop etti. Sanki, saatlerce gezip durduğu o dağlarda, tepelerde, bu defa sahiden Alim’le karşılaşmışlardı da kolundan tutup, eve getirmişti oğullarını Mehmet Bey. Koşarak yanına gelişini, elini öpüşünü, sarılışını, o sofrayı kurarken, babasıyla iki el tavla atıp, uzun uzun sohbet edişlerini hayal etti kısacık bir an boyunca… “Keşke…” diye geçirdi içinden, “Ah, keşke…” Bu sırada Mehmet Bey ile, otomobilinden indiği takım elbiseli, oğluna benzeyen bey, ona doğru geliyorlardı. Mehmet Bey “Hanım, bak.” dedi “Vali yardımcımız. Alim’in arkadaşıymış beyefendi. Yolda karşılaştık. Adres soruyordu, meğer bizim eve geliyormuş.” Ümmü Ananın gözleri parladı. Gelen, oğlunun arkadaşıydı ya, sanki ondan bir haber verecekmiş gibi heyecanlandı. Anne kalbi, şefkatli, sımsıcak bir hisle çarpmaya başladı… Sesi titredi telaştan, “Öyle mi? Buyurun oğlum, buyurun.” deyip içeri buyur etti onu. Az önce dermanı olmadığı için zar zor yürü düğü dizleri açılmıştı sanki. Kuş gibi sekerek, önden önden gidip, yolu gösterdi misafirlerine. İçeri girdiklerinde, oğulları Alim Yarbayın arkadaşı, “Zahmet etmeyin.” dese de “Ben bir çay demleyeyim.” deyip mutfağa koştu Ümmü Ana. Hemen, ikramlık bir tabak hazırlardı. Çaylar da demlenmişti bu arada. Tepsiyi getirirken, “E yavrum?” diye sordu Ümmü Ana. “Nereden arkadaştınız Alim’le?” Misafirleri, çayını kenara bırakırken “Çok eski arkadaşız biz teyzem.” dedi. Meğer, çok sıkıntılı bir döneminde, Alim ona çok destek olmuş, hiç yalnız bırakmamıştı. Kendi derdi gibi sahip çıkmıştı arkadaşının derdine, çok yardım etmişti ona. Minnettardı Yarbay Alim’e. Bunları pür dikkat dinleyen Mehmet Bey, derin bir iç çekip, “Hep öyleydi evladım.” dedi. “Kendinden evvel başkasını düşünürdü daima.” Sonra kalktı yerinden, oğlunun Yarbay Rütbesine layık görüldüğünde çekilmiş bir fotoğrafını aldı vitrinden, arkadaşına uzattı. “Çok iyi bir insandı. Çok da iyi bir asker… Görev esnasında da hep askerlerinin önünden giderdi. Telefonla görüşmelerimizde ‘Oğlum biraz geriden git, dikkat et kendine.’ derdi bizim hanım ama dinlemezdi. Askerlerini düşünürdü çünkü. ‘Onlar benim evlatlarım, onların ayağına taş değmesin. Ne olursa, bana olsun.’ derdi. Her göreve kendi gitmek isterdi.” Mehmet Bey, daha fazla devam edemeyip, cebinde duran, bembeyaz kumaş mendilini çıkarıp, gözündeki yaşı sildi. Oğulları Şehit Jandarma Yarbay Alim Yılmaz, Elazığ’da Arıcak ilçesi yakınlarda bir göreve giderken, bulunduğu askeri araç, teröristlerin yola döşediği mayına çarpmış, şehadet şerbetin den tatmıştı. Ümmü Ana da boğazı düğüm düğüm, “Askerlerini çocukları gibi görür, dertleriyle üzülür, mutluluklarıyla sevinirdi. Öyle asil, öyle fedakâr bir çocuktu. Allah rahmet eylesin.” dedi ve derin bir sessizlik oldu. Neden sonra, Alim Yarbayın ar kadaşı, “Son kez görebilseydim keşke.” dedi fısıldar gibi, canı gibi sevdiği arkadaşının fotoğrafına bakarken. “İnanın çok aradım onu, yıllarca ulaşmaya çalıştım ama izini bulamadım bir türlü. Kısmet, şehadetinden sonra bulmakmış…” deyip sustu. O heybetli, makam sahibi güzel insan, karşılarında çocuksu bir samimiyetle duruyordu. Kelimeler boğazında düğümlenmişti belli ki. Bir an durduktan sonra, nemli gözlerle, “Çok iyiliği dokundu bana, çok anılarımız oldu. Ne yapsam, hakkını ödeyemem onun ama hiç değilse adını yaşatabilirim.” dedi ve devam etti. “Toki’de yeni açılacak okulumuza, onun ismini vermek istiyorum. Şehit Jandarma Yarbay Alim Yılmaz Ortaokulu. Eğer siz de uygun görürseniz?” diye sordu saygıyla… Mehmet Amcayla Ümmü Teyze, birbirlerine bakıp, o ana kadar saklamaya çalıştıkları bütün gözyaşlarını koyver diler. Ümmü Teyze, misafirine sarılmak için ayağa kalktı. Alim Yarbayın arkadaşı, eğildi minnetle elini öptü Ümmü Teyzenin. “Anacığım,” dedi “Layık görürsen, ben de senin bir oğlunum artık. Bil ki her gün emrinizdeyim. Neye ihtiyacınız olursa, beni arayacaksınız bundan sonra. Biliyorum, oğlunuz kadar olamam ama olmak için elimden geleni yaparım.” dedi. Ümmü Ana, sanki oğluna sarılır gibi kucakladı yiğit oğlunun, hakikatli arkadaşını; “Allah senden razı olsun yavrum.” dedi “Bundan sonra ben de senin annenim artık.” Birkaç gün sonra, aynı siyah otomobil gelip, Ümmü Teyze ve Mehmet Amcayı evlerinin önünden aldı. Şehit Jandarma Yarbay Alim Yılmaz’ın adının verildiği okulun açılışına gittiler beraber. Öyle gururluydular ki, oğullarının adı, artık bir eğitim yuvasında yaşamaya devam edecekti. O sınıflarda, Şehit Jandarma Yarbay Alim Yılmaz gibi nice yiğit, nice kahraman nesil yetişip, onun ve bütün şehitlerimizin ruhuyla, bu vatana sahip çıkacaklardı. Her biri bir destan yazarak bu vatanı bizlere emanet bırakan bütün şehitlerimizden Allah razı olsun. Mukaddesatımızı, canı pahasına savunan korkusuz yiğitlerimiz var olduğu sürece, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır.