ALİ ÖZTÜRK
1982-2015
Şehir: Şanlıurfa
Doğum Yılı: 01.12.1982
Şehadet Yeri ve Tarihi: Diyarbakır, 13.09.2015
Görevi: Polis

Ali, sanki yüzyıllar öncesinden çıkıp gelen bir sesle uyandı. Turnaları, bülbülleri kendisine hayran bırakacak gırtlak nameleri yaparak, türkü söylüyordu biri. Bir dengbej… Ali, bir an için kendisini Diyarbakır’da görev yaptığı Silvan’da sandı ama değildi, evinde ailesinin yanındaydı. Hemen pencereye çıktı. Yıldızlar, bu büyülü sese eşlik etmek ister gibi yanıp sönüyor du gökyüzünde. Bütün doğa bir olmuş, hepsi bir zafer senfonisi söyler gibi, bir mucize haberi verir gibi sesleniyordu sanki Ali’nin yüreğine. İçine bir huzur çöktü. Hiç hissetmediği bir gönül ferahlığı yerleşti. O an, iliklerine kadar, şehadete doğru yürüdüğünü hisseti… * Vakti daralıyordu… Sabah erkenden kalkıp, karısını uyandırdı Ali, “Haydi kalk, gidiyoruz.” dedi. Semra Hanım, gözlerini araladı, “Çocuklar mı ağlıyor?” diye sordu. Ali, “Yok.” dedi “Onları annemlere bıraktım. İşimiz var seninle. Haydi…” Semra, hiçbir şey anlamamış fakat kocasının ısrarını da kıramamıştı, hemen kalktı yerinden. Ne de olsa izinli gelmişti Ali, birkaç gün içinde tekrar görev yerine, Silvan’a gidecekti. Onu kırmak, incitmek istemiyordu. Dediğini yapıp hemen hazırlandı. Ali, onu aşağıda, arabada bekliyordu. Semra, arabaya binerken, “Hala söylemeyecek misin nereye gittiğimizi?” diye sordu kocasına. Ali, gülümseyerek, “Araba kullanmayı öğreteceğim sana.” dedi. “Haftaya ehliyet sınavına giriyorsun.” Semra, şaşırmıştı. Kocası ondan habersiz, kursa kaydını yaptırmış, sınav için tarih bile almıştı. Halbuki, Semra Hanımın hiç hevesi yoktu şoförlüğe , hatta korkuyordu biraz araba kullanmaktan… “Nereden çıktı ki şimdi bu.” diye söylendi. “Beceremem ben!” dedi ama Ali, onu teşvik etti. “Niye beceremeyecekmişsin. Senin elinden her şey gelir.” dedi. Sonra onu boş bir pazar yerine götürüp, direksiyon çalıştırdı bütün bir gün boyunca. Semra, “Niye bu kadar ısrar ettiğini sorduğunda da Ali, “Ne olur ne olmaz.” dedi. “Bir gün ben olmazsam, yükün iki misli ağır olacak. Kolaylık olur sana…” Semra, anlamıştı onun ne demek istediğini. Evlendikleri günden beri hep aynı şeyi söylüyor du zaten, “Şehit olacağım ben.”diyordu. Eşinin yüreğinde yatan aslanın bu olduğunu gayet iyi bilse de Semra konduramıyordu, hazır değildi ondan ayrılmaya. Aşık Veysel’in; “İki kapılı bir handa, gidiyorum gündüz gece.” dediği gibi, Ali de şehadet kapısına doğru yol alıyordu… O kapıdan girmeden evvel de ailesinin iyi olduğundan emin olmak istiyordu Ali. Özelikle Semra’nın, bir kadın olarak kendi ayaklarının üzerinde durabilmesini ve kendisine yetebilmesini çok önemsiyordu. O yüzden hep destekliyordu onu. Hayatta sürekli eşinin ve çocuklarının yanında olamayacağını bilir gibi, yokluğunda eksiklik hissetmeden yaşamaya devam etmeleri için çabalıyordu. Çocuklarının büyürken yanında olamayacağını hissediyordu sanki… Tek isteği, “Babamız çok cesur, çok yürekli, vatanperver, dürüst, gözü tok bir adam mış… Namerde boyun eğme miş, eğdirtmemiş. Mazlumun ahını almamış!” diyerek onu örnek almalarıydı. Evlatlarına,  iyi bir isim, gurur duyacakları bir miras bırakmak istiyordu. Tıpkı babaları gibi onlar da iyilikten doğruluktan şaşmasın, vatana ve millete hayırlı bireyler olsunlar istiyordu. Gerçekten de çok iyi bir aile babası ve eşti Ali. Görücü usulüyle tanışıp, öyle evlenmişlerdi Semra’yla. Küçük yerde soyunu sopunu bilmediğin insanla evlenmek pek tercih edilmezdi. O yüzden önce aileler anlaşmıştı. Gençler birbirini beğenecek miydi, orası belli değildi. Semra, endişeliydi, neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Onu istemeye geldiklerinde, mutfakta beklerken, ellerinin nasıl titrediğini daha dün gibi hatırlıyordu. Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Kahveyi servis ederken, damat adayıyla göz göze gelmemeye çalışmıştı fakat sonra bir an kafasını kaldırdığında Ali’nin o kahverengi, sımsıcak gözleriyle karşılaşmıştı. Öyle temiz, öyle masumdu ki bakışları, Semra, sanki kalbi kuş olup yerinden çıkacak, onun avuçlarına konacak gibi hissetmişti. Ali, ona gülümseyince, utanıp kaçıver mişti içeri. İkisinin de içi ısınmıştı birbirine o ilk görüşmede ve o günden sonra bir daha hiç ayrılmamışlardı birbirlerinden. Başta sıkıntılı günleri de olmuştu ama birbirlerine hep destek olup, her güçlüğün üstesinden gelmişlerdi. Lakin artık Semra, yalnız devam edecekti yoluna. Ali, bunu çok derinlerden hissediyordu. * Semra, sınava girdikten hemen sonra Ali, görev yeri olan Silvan’a geri dönmüştü. Mesafe olarak ailesine yakındı ama Diyarbakır’da ortalık çok karışıktı. Teröristler hendekler açıyor, çukurlar kazıyor, halkı rahatsız etmek, galeyana getirmek ve huzuru bozmak için elinden geleni yapıyordu. Güvenlik güçleri de onların yıktığını yeniden yapmak için büyük bir sabır ve azim gösteriyordu. Ali, bütün bu huzursuz ortama rağmen Silvan’ı çok sevmişti. Geldiği ilk günden beri garip bir bağ vardı bu topraklarla arasında. Görev yapmadığı yer kalmamıştı Ali’nin. Havasını koklamadığı şehir, suyundan tatmadığı köy… Gittiği her yeri çok sevmişti, vatanın her karış toprağına aşıktı. Memleketine ve bu topraklar üzerinde yaşayan insanının açık yürekliliğine, samimiyetine, yardımseverliğine ve tevazuuna hayrandı. Kendi de aynı memleketi gibiydi. Sarıp sarmalıyor du sevdiği ne varsa. Gelgelelim Silvan’a geldiğinden beri başka bir hal gelmişti ona. * Ali, o gece, öğretmenevinin önündeki barakada yıldızları seyrederken, Şanlıurfa’da, ailesinin yanındaki son gece duyduğu dengbejin büyülü sesini tekrar işitti. Bu sırada yanından hiç ayırmadığı not defterine bir şiir yazıyordu, ayın barakaya vuran cılız ışığında. “Merhametiyle destan yazmış ise ecdadım, Bir kanun hükmündedir benim için vicdanım. İsimsiz bir kahraman olduğumu zannetme, Sekiz başlı yıldıza mühürlenmiştir adım. O yıldız ki göğsümde parlayan bir şereftir, Mazlumlara cesaret zulme çelik yelektir.Kem bakan hain gözler gerçekleri görecek, Geçmişleri karanlık, sonları felakettir. Peygamber müjdesine nail olduysa sultan, Sen kolay mı alındı zannedi yorsun vatan, Bin mermi sıksan bile siper olmuş göğsüme, Şehadetsiz dökülmez damarımdan akan kan. Türk polisiyim ben Türk! Sağım da solum da, Tek borcum vatanadır, yüküm de bir yolum da. Demirden pençeyim ben ay yıldızı koruyan, Göklerde dalgalanan bayrak da hür ruhum da.” Ali, bu mısraları yazdıktan sonra, dengbejin sesini daha iyi duymak için çıktı barakadan ama çok uzaklardan geliyordu; söylediği türküyü anlayamadı. Bu sırada görev arkadaşlarından biri geldi yanına koşarak. Zırhlı ekibe, caddenin kapanmaması talimatı gelmişti. Zırhlı kepçesiyle kazılan hendekleri kapatmak için olay yerine gideceklerdi. Hemen olay yerine intikal etmek üzere hazırlandılar, en önde Ali vardı her zaman olduğu gibi. Hendek ve çukurlar terör örgütü tarafından sürekli açılıyordu. Bu yüzden polis evi bahçesine zırhlı bir kepçe yerleştirilmişti. Ali, hemen zırhlı kepçenin direksiyonun geçti. Hep beraber öğretmenevinden toparlanıp çıktılar. Uzaktan duyulan türküyü şimdi silah sesleri bastırıyordu… Güvenlik güçlerimiz ilerlerken, çatışmalar yoğunlaşmıştı. Hepsi vatan için canını vermeye hazırdı. Tıpkı kendilerinden öncekiler gibi onlar da kendilerinden sonrakilere, bu vatanı birlik ve beraberlik içinde emanet etmeye kararlıydı. Göğüslerinde parlayan o yıldız, şerefleriydi, haysiyetleriydi, namuslarıydı bütün polislerimizin. Kimin geri döneceği belli değildi bu görevlerden ama Ali’nin içinde bir his vardı kepçeyi kullanırken. Yanındaki arkadaşı Hakan’a “Bu son görevim.” dedi. “Semra’ya ve çocuklara onları sevdiğimi söyle.” Hakan “Bugün o gün değil kardeşim.” dedi. “İyi olacağız, bu görevin de üstesinden geleceğiz. Dönünce kendin söylersin yengeye.” Mütevekkil bir ifadeyle gülümsemişti Ali, bunu söylemeye fırsatı olmayacaktı, gönlünün en gizli yerindeki o kıymetli sevinci bulmak için, karanlığa dalma vakti gelmişti şimdi… Yağmur yağıyordu bardaktan boşalırcasına. Geçtikleri yollar çamura bulanıyordu ama sanki bir pamuk tarlasında ilerliyorlar gibi görünüyordu Ali’ye. Tuzaklanmış patlayıcılara rağmen… Nerede sinsice kendilerini beklediğini bilmiyorlardı tuzakların. Yine de korkusuzca gidiyorlardı çünkü analarının, evlatlarının, eşlerinin duaları koruyordu onları. En azından buna inanıyorlardı… Bu sırada, diğer araçtakiler şiddetli bir patlama duydu. Dünya yavaşladı o an. Dalından düşen bir sonbahar yaprağı gibi ağır ağır süzüldü zaman… Zırhlı kepçe bütün ağırlığına rağmen, o patlamayla sallandı, ortalık toz duman oldu… Önce el yapımı bomba olduğunu düşündü Ali’nin gerideki arkadaşları, ancak sonradan yapılan telsiz anonslarında kepçeye roket atıldığı anlaşıldı. Ali’nin arkadaşı Hakan, kendini kepçeden dışarı attı son bir güçle. Bu sırada teröristler ateş açtılar arkasından. Teröristlerin sıktığı mermiler, gece karanlığında yerde kıvılcımlar saçıyor, bir ağustos gecesi, ağaç dallarında yanıp sönen ateş böceklerine benziyorlardı… Arkadaşları, zırhlı araçla Hakan’ın önüne geçip onu arka kapıdan içeri aldılar. Kepçeyi kullanan Ali’nin de çıkmasını beklediler umutla ama Ali çıkmadı. Çıkamadı… Çatışma bitip, yanına varabildiklerinde şehadet şerbetinden içmişti çoktan. Tıpkı sahâbî Komutan Muaz’ın, Silvan’da bir pusuda şehit düşüşü gibi, Ali de şehadet şerbetinden tatmıştı Allah yolunda… * Vatan, millet ve bayrak aşkına canını feda eden, Polis Memuru Ali Öztürk gibi, teröre karşı koyan, birlik ve beraberliğin muhafaza edilmesini her şeyden önde tutan tüm kahraman şehitlerimizden Allah razı olsun. Bugün hâlâ, vatan toprakları üzerinde özgürce nefes alabiliyorsak, bunu aziz şehitlerimize borçluyuz. Vatanını savunmak uğruna şehadet mertebesine erişen bütün kahramanlarımıza Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz. Kabirleri nurlarla dolsun, mekânları cennet olsun…