Babası, şehadet şerbetinden tattığında, Abdullatif henüz on bir yaşındaydı. Yağmurlu, sapsarı bir eylül günü, güvenlik korucusu olan Mehmet Emen, terör örgütü tarafından yola döşenen el yapımı patlayıcının infilak etmesi sonucu şehit olmuştu. Abdullatif, babasının tabutunun başında dimdik dururken, kendi kendine bir söz vermişti. Ağlamayacaktı. Ağlayıp, düşmanı kendine güldürmeyecekti. Bir an önce büyüyecek, vatanı uğruna can veren babasının izinden giderek, terörle mücadele bayrağını o devralacaktı… Babasının ve şehitlerimizin kanını yerde bırakmamak için! * Tarihi, yazı kadar eski olan Şehri Mardin’in Ömerli İlçesinde büyümüştü Abdullatif Emen. Barışın ve hoşgörünün şehri, Mardin’de… Halkı, en iyi, dayanışmayı ve omuz omuza yaşamayı bilirdi Mardin’in. Kimse kimseye yan gözle bakmazdı. Cami ile kilise yan yanaydı, manastırla kervansaray… Cumaları camiler dolup taşardı, pazarları kiliseler. Kardeşti Mardin halkı, ta İpek Yolu’ndan bu yana… Köylerinde, ilçelerinde, herkes birbirinin derdine koşar, din, dil, ırk ayırmaksızın sofrasına buyur ederdi. Kapılarını kilitlemeden uyurdu Mardin’liler. Herkes birbirine, komşusuna güvenirdi. İyi yürekliydi halkı, misafirper verdi. Adam eksen yetişirdi de Mardin’in bereketli toprağında, bir tek fitne tohumu bitmez, yetişmezdi. Doğusuyla, batısıyla, Kürt’ü, Türk’ü, Arap’ı ile kardeşti herkes. Bölücü terör örgütlerine karşı her zaman tek vücuttu bütün Mardin halkı. Sevgi, güzellik, anlayış göverir de şer gövermez, kurur kalırdı bu topraklarda. Hiçbir Mardinli istemezdi gül bahçesinde deve dikeni görmeyi…Gördü mü de söküp atmasını bilirdi kökünden. Abdullatif de büyümüş, babasının tabutu başında verdiği sözü tutup, bu cennet kokulu gül bahçesindeki ayrık otlarını, deve dikenlerini temizlemek için uğraşan bir güvenlik korucusu olmuştu. En az babası kadar çalışkandı. Onun kadar gözü kara… Bir köy korucusu için yirmi dört saatti vatanı savunmak. Nefes almak yoktu korucuya. Huzur ve barış şehri güzel Mardin’e fitne tohumları ekmeye çalışanlara karşı durmak için uyanık olmak mecburiyetindeydi her daim. Gece gündüz demeden görevinin başındaydı o yüzden. Bölgesindeki huzuru sağlamanın başka yolu yoktu.Düşman huzur istemez, düzen istemezdi çünkü. Huzur ve düzen, insan olana dosttu ama teröriste düşmandı. Teröristler karışıklık sever, kargaşa severdi. İyiyle kötü, doğruyla yanlış birbirine karışsın isterdi, emelleri ne çarçabuk ulaşabilmek için. Devletin müşfik eli bölgelerine ulaşsın istemezlerdi. Halktan yana görünürler ama halka hiz met götürülmesine engel olur lardı. Halkı seviyor görünürler ama işkence eder, öldürürlerdi gözlerini bile kırpmadan, istediklerini yaptıramazlarsa… Bir de onların karşısında duran kahramanlar vardı. Terör örgütünün emellerine karşı her zaman halka siper olup, onlara engel olan… Vatandaşın güvenliğini sağlayan; polisler, askerler ve korucular… Halkın huzuru için mücadele eden güvenlik güçleri. Her biri birbirinden cesur, dayanıklı, kıymetli… Abdullatif de o kıymetli yiğitlerdendi ve işte bu yüzden hiç sevmemişti teröristler onu. Tıpkı 1993 yılında şehadet şerbetinden tadan babası Mehmet Emen’i sevemedikleri gibi. Çünkü o kahramanlar, teröristlerin yaratmak istediği kaos ortamını engellemek için ellerinden geleni yapıyordu. En büyük amacı vatanı, milleti ve en önemlisi de yaşadığı toprağı koruyabilmekti… Terör örgütünün yağmalarına, çoluğu çocuğu kandırmalarına, hayvanlarını çalıp dağa kaçmalarına izin vermiyorlardı. Canları pahasına, teröristin ektiği nefreti biçtirmiyorlardı. Ne zaman başlarını sindikleri mağaralardan çıkarmaya kalksalar, korkusuzca karşılarında durup, hepsine meydan okuyorlardı. Teröristin baş düşmanlarından olmuştu Abdullatif, çünkü Anadolu insanının özünde olan doğruluk ve dürüstlükten besleniyordu o da. Allah Teâlâ’nın Kur’anı Kerim’de, “Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru çizgide yaşayanlar, işte onların üzerine melekler şu müjdeyle inerler: “Korkmayın, kederlenmeyin, size vaad olunan cennetle sevinin! (Fussilet Suresi, 30.Ayet) buyurduğu gibi bir an bile doğruluktan şaşmadan, eğilip bükülmeden yaşardı. Çocukluğunda da gençliğinde de öyleydi. Çevresindeki saygınlığının, güvenirliğinin ve itibarının alameti farikası buydu. Dimdik bir duruşu vardı. Peygamber Efendimiz de bir hadisi şerifinde, “Allah’a inandım de, sonra da dosdoğru ol” (Müslim. İman, 13) buyurmuştu. Abdullatif de dosdoğru olmanın ne büyük bir fazilet olduğunu bilerek nefes alıyordu. Babasından, atasından öyle görmüş, öyle öğrenmişti. Güzel ahlâka dayalı bir hayat sürmeyi varlığının gayesi olarak kabul etmişti. Hem koruculuk görevinde hem de bir baba ve eş olarak, daima vicdanı ve merhameti ile hareket ederdi. Çoluğuna, çocuğuna çok düşkündü. Erken yaşta evlenmiş ve baba olmuştu. Eşi Selma Hanımla beş kız ve üç erkek çocukları vardı. Kolay değildi sekiz çocuğa bakmak, büyütmek ama öyle seviyordu ki evlatlarını, bir gün olsun şikayet etmemişti. Ekmeğini taştan çıkarıp, hepsine iyi bir gelecek sağlamak için elinden geleni yapardı. Sevgisini ve şefkatini hiçbir evladından esirgemezdi. Sözleriyle, davranışlarıyla, çocuklarını ne kadar sevdiğini belli etmekten hiç çekinmezdi. Her birini ayrı ayrı korur, kollardı. Özellikle kız çocuklarının iyi bir gelecek kurmaları için elinden geleni yapardı. Kızlarının hayatları, kendi anası, anneannesi ve Anadolu’nun başka çileli kadınları gibi olmasın diye, okusunlar isterdi… Hepsinin sıkıntısına ortak olup, dertlerine çare arayarak, arkalarında dağ gibi bir babaları olduğunu hissettirirdi ama vatan ve millet sevgisi her şeyden önce gelirdi, çok sevdiği çocukları ve eşinden bile… Cefakâr eşi Selma Hanım bir süredir rahatsızdı. Uzun zamandır tedavi görüyordu. Kemoterapi ve ışın tedavisine devam ediyordu. Abdullatif, hayat arkadaşının çektiği ızdıraplardan dolayı çok üzülüyordu. Onun acısını dindirebilmek istiyordu ama elinden bir şey gelmiyor du. Her şeye çare bulunuyor du da hastalık denen musibete çare olunmuyordu. Onun tedavisi için ne gerekiyorsa yapıyor, çocuklarının anasının sağ salim bu sınavdan geçmesi için gece gündüz dua ediyordu. Onun görevde olduğu zamanlar, en büyük kızları bakıyordu kardeşlerine ve annesine. Daha ondokuz yaşında, çok büyük bir sorumluluğun altına girmişti. Annesine yardım ediyor, kardeşleriyle ilgileniyordu. Abdullatif, bir gün, “Yoruluyor musun kızım?” diye sorduğunda, “İnsan ailesinden yorulur mu babam?” diye cevaplamıştı kızı onu. Biliyordu babasının davasını. Daha özgür, güvenli bir ülkede yaşayabilmek için birilerinin elini taşın altına koyması gerektiğini de… Gurur duyuyordu babasıyla. “Sen bizim için, bu vatan için canını tehlikeye atıyorsun, ben anneme kardeşlerime bakmışım çok mu?” diyordu. “Hiç değilse bu kadarını yapayım.” Abdullatif’in gözleri doluyordu kızının bu anlayışı ve olgunluğu karşısında. İftihar ediyordu onunla, bu kadar fedakâr, cesur ve vatanperver bir evlat olduğu için. Gurur duyuyordu çocuklarıyla. Her biri vatan sevdalısı, Atasına saygılı, doğru, dürüst çocuklar olmuşlardı. Ona bir şey olursa, gözü arkada kalmayacaktı… *Abdullatif, tıpkı babasının şehadet haberinin geldiği, o sapsarı ve yağmurlu eylül günü gibi bir günde, yine köy korucularıyla yapılan bir toplantıdan çıkmıştı. Terör olaylarına karşı ek tedbirler üzerine konuşmuşlardı. Abdullatif’in fikirlerine herkes çok değer verirdi. Zekiydi, tecrübeliydi. Askerliği iyi biliyordu. Onun da önerileriyle pek çok önemli adım atılmıştı bölgede. O günkü toplantıda da güzel kararlar alınmıştı. Allah’ın da yardımıyla, terör belasını kökünden kazıyacaklardı… Toplantı bitiminde eve doğru yürürken, telefonu çaldı Abdullatif’in. Arayanın kızı ya da karısı olduğunu düşündü ama ikisi de değildi. Gizli numara dan aranıyordu. Yine terör örgütünün tehdit telefonlarından biri olduğunu anladı. Bir süredir böyleydi. Her gün arayıp, gözdağı veriyorlar, tehdit ediyorlar dı. Abdullatif hiç çekinmeden açtı telefonu. Yüzünü göstermeye cesareti olmayan bir terör örgütü mensubu, “TC’nin verdiği silahları bize teslim edeceksin!” dedi otoriter bir tonda. Abdullatif meydan okudu ona. “Canımı veririm de o silahları vermem!” deyip telefonu kapattı. Öfkeden gözü dönmüştü yine. Kabul edemiyordu vatana göz dikenlerin bu kendini bilmezliğini. Eş, dost, bir süre çocuklarını alıp başka bir yere gitmesini öneriyordu ama Abdullatif’in lügatında korku yoktu. Böyle tehditlere pabuç bırakacak adam değildi. Babası Mehmet Emen gibi… Vaktiyle o da tehditler alıyor du ama bir gün bile geri adım atmamıştı. Bir defasında annesinin, “Bırak bu işi bey.” dediğini duymuştu babasına. Ne cevap vereceğini merak etmişti hayran olduğu babasının. Kalbi küt küt atıyordu kapının kenarından dinlerken… Babasının vazgeçmesinden çekinmişti ama babası her zamanki mütevekkil haliyle şöyle demişti; “Korkunun ecele faydası yok hanım. Mühim olan, asıl böyle zamanlarda, kaçmamak, korkmamak ve millet için çalışmaktır…” O günden sonra kulağına küpe etmişti babasının bu sözünü. “Hepimiz, bu vatan uğruna şehit olmaya hazırız. Yeter ki vatanımız bölünmesin, dinimiz, bayrağımız sağolsun.” diyerek tehditlere aldırış etmeden görevini yerine getirmekte kararlıydı Abdullatif de. Lakin, terör örgütü, hançerini kınından çıkarmış, yiğidimizi arkadan vurmaya hazırlanıyordu… Tıpkı başka yiğitlerimizi de vurduğu gibi… *Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Acar’ın, Mardin’de şehit olduğu haberi geldiğinde evdeydi Abdullatif. Yirmi üç yaşında, gencecik bir yiğit daha vatan uğruna şehadet şerbetinden tatmıştı. Üstelik, iki ay sonra, baba olacaktı ama bebeğinin doğumunu göremeden, bir kere bile kucağına alamadan şehitler kervanına katılmıştı Mehmet kardeş. Abdullatif’in öfkeden, acıdan yüreği yanmıştı haberi alınca. Sabaha kadar uyumamıştı o gece. Babasız büyümek fenaydı, biliyordu ama vatansızlık en fenasıydı. Kendi çocuklarını düşündü. Evlatları özgürce yaşayabilsin diye, her baba canından geçerdi. Abdullatif de o babalardan biriydi. Tıpkı Uzman Çavuş Mehmet Acar gibi; korucu babası gibi… Abdullatif de vatan için kendinden geçecekti… * Jandarma Uzman Çavuş Mehmet Acar’ın şehadetinin üzerine, “Şafak 127 Operasyonu” kapsamında yapılan yer gösterme faaliyetlerine katılacaktı Abdullatif. Operasyonda, yer gösterme faaliyetleri esnasında, Ömerli ilçesinin Ömeryan kırsalında faaliyet yürüten, bölücü terör örgütü mensuplarını etkisiz hale getirmek için, teröristler tarafından kullanıldığı değerlendirilen sığınak ve barınaklarını bularak tahrip etmekti görevi. O gün, 7 Eylül’de göreve giderken, içinde başka bir heyecan vardı… Adını koyamadığı bir heyecan. Her zamankinden daha büyük bir şevkle hazırlanmıştı. Elinde silahı, sırtında teçhizatıile kapıdan çıkarken, çocuklarıyla tek tek vedalaşmış, helalleşmişti. “Teröristler hiçbir zaman amacına ulaşamayacak. Onlardan korkmuyoruz. Siz de sakın korkmayın. Dimdik durun. Bir Abdullatif gider bin Abdullatif gelir.” demiş, sonra evden çıkmıştı. Bu, sekiz kardeşin ve eşi Selma Hanımın, evlerinin direği babalarını son görüşleri olacaktı…*Gerçekten de Mardin, Ömerli İlçesi, Sulakdere Mahallesinde, Özel Harekat Müdürü Tufan Kansuva ile birlikte, Abdullatif’in de aralarında bulunduğu güvenlik güçleri ile bölücü terör örgütü arasında çıkan çatışmada, Abdullatif ağır yaralanarak hastaneye kaldırılmıştı. Ne tesadüftür ki babası Güvenlik Korucusu Mehmet Emin Emen’in şehadet yıl dönümünde, şehadet mertebesine ulaşarak, Hakk’a yürümüş ve on bir yaşında ayrı düştüğü babasına nihayet kavuşmuştu. Şehit Korucu Abdullatif Emen, babası Mehmet Emen ve onlar gibi kahramanca, canı pahasına vatanımızın birlik ve beraberliğini koruyan bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize sabır diliyoruz. Mekanları cennet, ruhları şad olsun…