Şırnak Cizre’de, yol alan zırhlı aracın tekerlekleri hızla dönüyor, araç ilerledikçe mıcırlar etrafa saçılıyordu. Polis Memuru Abdulhamit, Cizre’deki emniyet biriminden, yine Cizre’ye ama bu defa, Kaymakam Beyin özel koruması olarak atanmış, Kaymakamlığa doğru gidiyor du. Abdulhamit, yıllar içinde artık avucunun içi gibi öğrendiği bu yolları, gözü kapalı gidiyordu ama ne zaman Dicle Nehri’nin üzerindeki köprüden geçse, hayranlıkla o manzarayı izlemekten kendini alıkoyamıyordu. Hele bir de ay, yükselmeye başlamışsa, Dicle’ye vuran ayın şavkı, ışıl ışıl bir şehrin, Yalova’nın yansıması gibi görünüyordu gözüne her seferinde. Memleketiydi Yalova Abdulhamit’in ve uzun zamandır ayrı düşmüştü ondan. Özlüyordu ama kader onu hep Şırnak’a yakıştırmış, Şırnak artık ikinci memleketi gibi olmuştu. Önce, vatani hizmetini Şırnak’ta yapmıştı komando olarak. Akademide polislik eğitimini tamamladıktan sonra, Abdulhamit’in görev yeri yine Şırnak Cizre olmuştu. Annesi Sündüz Hanım ve babası Necip Bey, oğulları Abdulhamit’in askerlik için Şırnak’a gideceğini öğrendiklerinde çok endişelenmişlerdi. Askerliğini Güneydoğu’da yapmak kolay değildi; bölücü terör örgütüyle girişilen ağır ve zor çatışmalar, mayın döşenmiş yollar, nereden geleceği belli olmayan roketatarlar, kurşunlar… Bütün bunları düşündükçe ana baba olarak korkuyorlardı oğulları için. Fakat Abdulhamit güçlüydü, kuvvetliydi, zekiydi. Her Türk evladının olması gerektiği gibi, vatanına, milletine ve bayrağına yürekten bağlıydı ama annesini ve babasını da çok iyi tanıyordu. Gözlerinden ne düşündüklerini, ne hissettiklerini anlayabiliyordu.Onları rahatlatmak için sıkı sıkı sarılmıştı ve “Hiç merak etmeyin, aklınız bende kalmasın. Ben her şeyin üstesinden gelirim.” demişti. Aslında Sündüz Ana ve Necip Bey de bunu gayet iyi biliyorlardı. Savaşçı bir çocuktu Abdulhamit! İlk gençliğinden beri her işin üstesinden tek başına gelmiş, kimseden yardım almadan bütün sorunlarını tek başına çözmüştü her zaman. Vatani görevini de en başarılı şekilde bitirip geleceğini biliyorlardı. Ne de olsa yıllardır vatan aşkıyla büyümüştü o. Küçücük yaşında bile, Türk Bayrağı asılıydı odasında. Oturup ansiklopedilerden tarihteki zaferlerimizi okurdu. Bedir, Uhud, Çanakkale Zaferi, Kurtuluş Savaşı… Hepsini satır satır, ezbere bilirdi. “Ben de kahramanca vatanımı savunmak istiyorum.” derdi hep o kitapları okuduktan sonra. Şimdi gerçekten bunu yapabilecekti. Coşkun bir volkan gibi köpürüyordu kalbi, düşmanın gözlerinin içine bakıp, hesap sormak için. Askerliği boyunca, Şırnak’ta günler dolu dolu geçiyordu. Operasyonlar hız kesmeden devam ediyor, yoğun çatışmalar yaşanıyordu. Bir gün, yine operasyon için hazırlanıp araziye çıkmışlardı. Zorlu ve sert bir araziydi gittikleri bölge. Normal şartlarda kolayca gidilemeyecek bir yerdi. Bölgeye vardıktan kısa süre sonra, bölücü örgütün gelmesi için beklemeye başlamışlardı. Hava iyice karardıktan sonra, teröristler ortaya çıkmış, bu sırada sıcak çatışma başlamıştı. Komando birliğindeki Abdulhamit, komutanının ve asker arkadaşlarının yanında cesurca çatışıyordu teröristlerle. Birlik olmuşlar, içlerinde tükenmek bilmeyen vatan aşkının aleviyle teröristleri etkisiz hale getirmeye çalışıyorlardı. Bu cehennem ateşi sırasında, bir kurşun komutanlarına isabet etmiş ve komutan yaralanmıştı. Birlik bir an dağılır gibi olsa da Abdulhamit, onları toparlamış, herkesi sakinleştirerek, soğukkanlılığını korumalarını istemişti. Abdulhamit’in onları silkelemesinden sonra, hepsi kendine gelmiş, derhal yaralı komutanlarını alması için bir helikopter istemişlerdi. Bir yandan komutanlarını gözetiyor, bir yandan da çatışmaya devam ediyorlardı. Az sonra helikopter gelmişti fakat bölgenin şartları ve karanlıktan dolayı inemiyor du. Komutanlarını, iki kilomet re uzaklıktaki boş bir alana gö türmeleri gerekiyordu. Kimse bir şey demeden, Abdulhamit atılmıştı hemen, “Ben taşırım, siz bizi koruyun.” diyerek komutanını sırtına almıştı. Komutan heybetli, iri yarı bir adamdı ama Abdulhamit, vatanı ve canı gibi sevdiği komutanı için her şeyi göze almıştı. Gerçekten de canını dişine takarak, komutanını iki kilometre öteye taşımış ve helikoptere teslim etmişti. Ne yazık ki hastaneye gittiğinde, komutanın kötü yaralandığı anlaşılmıştı ve tüm müdahalelere rağmen kurtarılamamıştı ama Abdulhamit onun için son görevini layıkıyla yerine getirmişti. Yaşananlar, Abdulhamit’i derinden etkilemiş ve üzmüştü. Vatani görevi sona erdiğinde bile, cesur komutanını aklından hiç çıkaramamış, o anı yıllarca aklında dönüp durmuştu. Bu elim olaydan sonra Abdulhamit’in vatan aşkı iyice kabarmış, vatanı korumak yolunda bir meslek seçmekte kesin kararını vermişti. Askerden döner dönmez, soluğu Polis Akademisi sınavlarında almıştı Abdulhamit. Polis olacaktı ve ülkesinin her bir köşesini, yaşayan her bir vatandaşını, kötülüklere ve kötülere karşı koruyacaktı. Eğitiminden sonra, yine yolu Şırnak’a düşmüştü. “Benim bu şehirle yüreğim arasında bir bağ var belli ki” diye düşünmüştü Abdulhamit. “Her yol benim için Şırnak’a çıkıyor…” demişti annesi Sündüz Hanım ve babası Necip Bey. Gerçekten de memleketi Yalova’dan Şırnak’a olan yol, onun için kısalmıştı artık. Her yerini avucunun içi gibi öğrenmişti Abdulhamit, bu şehir onun kaderinde vardı. Son nefesini de yine Şırnak’ta verecek, burada şehadet makamına ulaşacaktı… *Kaymakamlığın önüne geldiğinde aracından indi Abdulhamit. Bu görev için kendisini seçmelerinden dolayı onur duyuyordu. Annesi de babası da Abdulhamit’le gurur duymuşlardı; oğulları böyle önemli bir göreve atandığı için. Aslında hep biliyorlardı ne kadar başarılı olacağını; çünkü Abdulhamit çok cesur ve fedakâr bir polisti. Daima kendinden önce başkalarını düşünürdü. Önce vatanı ve ailesi sonra da etrafındakilerin selametini isterdi. Sıra hep, en son kendine gelirdi. O yüzden koruma görevi için biçilmiş kaftandı. Fakat zorlu bir görevdi bu. Kaymakam Bey, ilçeyi çok önemsiyor, bölgedeki halkın refahı için sabah akşam demeden çalışıyordu. Cizre’deki halkın, gündelik ihtiyaçlarının rahatça karşılanması için elinden geleni yapıyor, halkın refah içinde olması bölücü terör örgütünü kızdıyordu. Bu nedenle, bir yandan halkın huzurunu kaçırmaya çalışıyor, bir yandan da onu tehdit ediyordu teröristler. Her şeye rağmen Kaymakam Bey, asla mesleğinden ve yapacaklarından taviz vermiyor, duruşunu asla bozmuyordu. O da Abdulhamit gibi korkusuz ve gözü kara bir insandı, vatanına aşkla bağlıydı. Bu konuda da Abdulhamit’le iyi anlaşıyorlardı. Sadece onun koruması değil, dostu da olmuştu Abdulhamit. Ona çok güveniyordu. İnsanlara saygısı, nefsinin temizliği, sükûneti ve ahde vefasıyla bu güveni kısa sürede kazanmıştı. Bir gün Kaymakam Beyin şoföründen haber alınamamıştı. Teröristlerin eli olduğu ihtimali çok güçlüydü. Herkes çok endişelenmişti. Şoföre bir türlü ulaşılamamıştı, nerede olduğuna dair kimsenin bir fikri yoktu. Birkaç gün sonra, şoförün, teröristler tarafından kaçırılıp, bir mağarada tutulduğu haberi geldi. Acilen oraya gidilip, alınması gerekiyordu ancak mağarada bir tuzak olduğundan şüpheleniliyordu. Bu görev, intihar gibi geliyordu herkese ama Abdulhamit yine hiç düşünmeden öne atılmıştı, tıpkı vatani görevini yaparken, komutanını taşımak için atıldığı gibi. Görevin tehlikeli olduğunu, “Neredeyse intihar” olduğunu söyleyenlere ise “Korkunun ecele faydası yok, görev çağırdı mı gidilir. Şehadetten korkulmaz.” demiş ve Abdulhamit yine kahramanca, görevini yerine getirmiş, o mağaraya gidip teröristleri etkisiz hale getirerek şoförü oradan kurtarmıştı. Zaten kahramanken, bir kere daha kahraman ilan edilmişti Abdulhamit. Bütün arkadaşları ve amirleri onu büyük bir övgüyle karşılayıp, takdir etmişlerdi. En başta da Kaymakam Bey ve şoförünün ailesi. Çünkü babalarını, evlatlarını onlara geri getirmişti. Abdulhamit için en önemlisi buydu. Bir insanı, ailesine kavuşturmak ve onların gözündeki pırıltıyı görmek her şeye bedeldi. Bunun için yaşıyordu Abdulhamit. Neden bu mesleği seçtiğini o an bir kere daha anlamıştı. *26 Ağustos 2016 günü, Polis Memuru Abdulhamit Kaya, olacaklardan habersiz, Cizre Çevik Kuvvet Grup Amirliği’ndeydi. Bölücü terör örgütünün, kahraman Türk polisine karşı planladıkları saldırıdan kimsenin haberi yoktu henüz… Kaymakam Beyin şoförünün geri alınmasının intikamını almak için hazırlanıyorlardı bir süredir ve o gün eyleme geçecekleri gündü. Abdulhamit, yine her zamanki gibi, görevinin başındaydı. Çevik Kuvvet Grup Amirliğine gidecekti. Bu sırada yeğeniyle telefonda konuşuyordu. Yunus onu arayıp, Polis Akademisinden mezun olduğunun müjdesini vermişti. Abdulhamit’in gözleri dolmuş, “Sen,” demişti “Benden daha cesur, daha kuvvetli bir polis olacaksın. Buna yürekten inanıyorum.” Yeğeninin ise tek isteği, amcası gibi önce iyi bir insan, sonra iyi bir polis olabilmekti. Bunu ona söylediğinde, Abdulhamit çok duygulanmış ve gözünden bir damla yaş düşmüştü. Demek ki, yeğenine iyi örnek olmayı başarmış, bu vatan için bir cengâver daha kazandırmıştı. Telefonu kapatıp, aklında bu konuşma, görev yerine gelirken, teröristlerin yaptığı plan doğrultusunda patlayıcı yüklü bir araç, Çevik Kuvvet Grup Amirliğine doğru yol alıyordu. Binanın önüne kadar gelmiş, herhangi bir şüpheye mahal vermeyen sıradan bir araç gibi durmuştu. Derken polislerimize karşı planladıkları saldırıyı gerçekleştirebilmek için patlayıcı yüklü aracı infilak ettir mişlerdi. Bu patlama sonucunda, binaya varmış olan Polis Memuru Abdulhamit Kaya, patlama sonucu şehadet şerbetinden içmişti. * Şehit Polis Memuru Abdulhamit Kaya’nın, Yalova’daki cenazesinde hüzün ve gurur birbirine karışmıştı. Annesi, oğlunun tabutunun başında, “Oğlum, seninle gurur duyuyorum. Bak, yeğenin de polis oldu. Kıyafetlerini giydi üzerine. Sen bu kıyafetlere doymadın ama o doyacak inşaallah. Seni Peygamber, makamında onurlandıracak…” diye ağlarken, Abdulhamit’in bıraktığı yerden görevini devralıp, vatanı korumak için hazır olan Yunus, amcasının tabutunun başında ant içiyordu…Bu vatana onun gibi yiğitçe ve cesaretle hizmet etmek için… Şehit Polis Memuru Abdulhamit Kaya gibi kahraman polislerimiz sayesinde, milletimiz huzur ve birlik içinde, bu topraklarda yaşamaya devam edecektir. Yiğitçe vatanı uğruna canını feda eden tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekânları cennet olsun, kabirleri nurlarla dolsun…