Havva Hanım, sofrayı kurmuş heyecanla eşi Zeynel Abidin’in gelmesini bekliyordu. Uzman Çavuş Zeynel Abidin, eşinin doğumu yaklaştığı için, birkaç günlüğüne izin alıp, aceleyle yola çıkmıştı. Kızının doğumuna yetişmek, onu hemen kucağına almak için koşa koşa geliyordu Mersin’e. Bir süredir Sivas İmranlı’da görev yapıyordu, ailesinden ve eşinden uzaktaydı. Aslında Havva Hanım da onunla gitmek istemişti ama Zeynel Abidin, karısını riske atmak istememişti. Havva Hanım da ısrar etmemiş, nasıl olsa kavuşacağız diye dualar eşliğinde yollamıştı onu görev yerine. Havva Hanımın şimdi tek dileği, kocasının doğuma yetişmesiydi. Bebeklerini tek başına karşılamak istemiyordu. Neyse ki izin almayı başarmıştı, yol daydı, geliyordu. Doğum bir kaç gün içinde bekleniyordu. Bu güzel anıyı onunla birlikte yaşayabileceklerdi ama vakit ilerlemiş, şu saat olmuş, kocası hâlâ Mersin’e gelememişti. Düşünmek istemese de aklına binbir çeşit senaryo geliyordu. İç sesi, hiç susmadan konuşuyor du, “Ya bir trafik kazası olduysa, ya son dakikada bir operasyona katılması gerektiyse ve geri döndüyse, ya yaralandıysa, ya…” Bunları düşündükçe, içine bir sıkıntı çökmeye başlamıştı Havva Hanımın. Kalbi hızlanmıştı. Hamileliğinin başından beri çarpıntıları artmıştı zaten, kötü düşünceler onu daha da rahatsız ediyordu. Biraz temiz hava iyi gelir diye düşünerek, hemen balkona çıktı… Akşam ezanı okunmaya başlamıştı. İçi bir anda huzurla doldu. Dua etmeye başladı. Bir aksilik olmasın ve sağ salim Zeynel Abidin yanlarına gelsin, bir an evvel kızlarını kucaklarına alabilsinler diye. Anne, baba olmayı çok istiyorlardı evlediklerinden beri.Hele Zeynel Abidin, baba olmak için çok hevesliydi. Evlendikleri ilk günden beri söylüyordu bunu Havva Hanıma. İyi bir baba olup, evladını mutlu ve rahat bir şekilde yaşatacak, ona ve karısına çok güzel bir hayat sunacaktı inşaallah. En büyük gayesiydi bu. Havva Hanım da onun çok iyi bir baba olacağından emindi. Çelik gibi sağlam bir karakteri vardı. Adaletli, güvenilir, dürüst ve mert bir insandı. Bunların yanında tertemiz de bir kalbe sahipti. Şefkatli ve merhametliydi. Karısının her zaman üzerine titrer, onu mutlu etmek için hiçbir fedakârlıktan kaçınmazdı. Bir bebekleri olacağını öğrendiği gün, havalara uçmuş, göreve gitmeden önce, gece vakti kömürleri küçük küçük poşetlere doldurup önceden hazırlamıştı. O gittiğinde karısı uğraşıp, yorulmasın diye… Öyle düşünceli bir eşti. Yıllarca çalışıp, didinip, dişlerinden, tırnaklarından artırarak kurmuşlardı bu küçük ama huzurlu yuvayı. Çok çalışıp, emek emek, ilmek ilmek yapmışlardı her şeyi. Evin duvarlarını bile bir likte boyamışlardı. Evlenmeden önce de sonra da çok sıkıntılı zamanlar geçirmiş olsalar bile, karı, koca birbirlerine hep saygıyla ve özenle yaklaşmışlar, bir gün olsun seslerini yükseltmemiş, birbirlerini incitmemişlerdi. Çünkü onlar sevgi ve vefayla bağlı bir çiftti. Şimdi bir de bebekle taçlanacaktı bu güzel yuvaları. Muhabbetleri daha da güçlenecekti. Bunları düşünürken kapı çalmıştı. Havva Hanım, heyecanla gitti kapıya, nihayet gelmişti Zeynel Abidin. Gözündeki bütün kara bulutlar dağıldı o an. Kocasını büyük bir sevgi ve hasretle kucakladı. Sımsıkı sarıldılar birbirlerine. Henüz doğmamış kızını da karısını da çok özlemişti Zeynel Abidin. Doğuma yetişebildiği için de çok mutluydu. Sağ olsun amirleri, kızlarının doğumuna yetişmesi için ona izin vermişlerdi. Yolda aldığı hediyeleri verdi hemen Havva Hanıma. Gül lokumu almıştı, karısı çok sever diye. Kızı için de güzel bir yelek ve rengârenk patikler getirmişti. Onu çok seven askerlerinin anneleri, eşleri, baba olacağını öğrenince örüp, memleketlerinden yollamışlardı göz aydınlığı için. Pek severdi askerlerinin aileleri Zeynel Abidin’i. Çok iyiliği olmuştu hepsinin evlatlarına. Bunları karşılık beklemeden yapmıştı ama aileler, Zeynel Abidin’in, evlatlarına bir ağabey şefkatiyle yaklaştığını biliyor ve ona minnet duyuyor lardı.Oğullarını, önce Allah’a, sonra ona emanet ediyorlardı. Gerçekten de herkeste güven duygusu uyandıran biriydi Zeynel Abidin. Peygamber Efendimizin, “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların güvende olduğu kimsedir.”(Buhari, İman, 4/10;Müslim, İman, 65/162) buyurduğu gibi; evliliğinde, aile ve arkadaşlık ilişkilerinde hatta hiç tanımadığı insanlar arasında bile, sakin, ağırbaşlı haliyle görür görmez güven uyandıran bir yapısı vardı. Uyumlu ve arabulucu bir insandı Zeynel Abidin, kimsenin birbiriyle kötü olmasını istemezdi, küsleri barıştırır, hep iyi işlere vesile olmaya çalışırdı. Dara düşen, zor zaman geçiren herkese elinden geldiğince yardımcı olurdu. Herkesin derdiyle dertlenir, elin acısını kendi acısı gibi yaşar, hal çareleri arardı. Bir defasında, mahallelerinde yıllardır küçük bir terzi dükkânı işleten yaşlı bir amcanın, kiralarını ödeyemediği için, dükkândan çıkartılacağını duymuştu. O kadar üzülmüştü ki, bütün mahalleliyle bir toplantı yapmış, amcanın kira borcunu toparlayıp, ödenmesine vesile olmuştu. Adamcağız çok mahcup olmuş ama bir o kadar da sevinmişti. Gözyaşları içinde, “Boyum kadar üç tane oğlum var, yüzüme bakmıyorlar. Allah senden razı olsun.” diye ayaklarına kapanacak olmuştu neredeyse. Zeynel Abidin, o kadar üzülmüştü ki amcanın bu yalnızlığına, hemen araştırıp, adamcağızın oğullarını bulmuş, babalarının durumunu anlatmıştı. Sonra, “Üç dua vardır ki bunların kabul olunacağında şüphe yoktur. Bunlar; Mazlumun (Haksızlığa uğramış olan kimsenin.) duası, misafirin (İkramını gördüğü kimseler için.) duası ve anne babanın çocuklarına olan duasıdır.” (Tirmizi, Birr,7) diye, Peygamber Efendimizin sözlerini onlara hatırlatmış, babalarının bir an evvel gönlünü almalarını salık vermişti. Sonraki bayram çocuklar, babalarının ellerini öpmeye gitmişler, ailede o günden sonra barış rüzgârları esmeye başlamıştı. Büyük, küçük demeden, herkese destek olurdu Zeynel Abidin. Kimse hakkında kötü düşünmez, yanında biri hakkında konuşulmasına, kötü söz söylenmesine izin vermezdi. İyi bir insan olduğu kadar, çok da iyi bir askerdi. Atılgan, kararlı ve yiğit biriydi. En zorlu görevlere bile koşarak giderdi, hiçbir şeyden korkusu yoktu. Görevini aşkla yapıyordu, tek sıkıntısı ise özlemdi. Şimdi artık her göreve gidişte, bir de kızını bırakacaktı geride. Tekrar kavuşmak hayaliyle… Bu defa, hayallerine ulaşmış, eşiyle kavuşmuşlardı nihayet. Biraz sohbet ettikten, hasret giderdikten sonra sofraya oturdular. Zeynel Abidin’in en sevdiği yemekleri yapmıştı Havva Hanım. Hiç kıyamazdı karısına, “Niye uğraştın bu halinle?” diye söylenmişti. Doğuma bir şey kalmamıştı ne de olsa, kendisini yormasını istemiyordu. Zaten onu yalnız bıraktığı için çok üzülüyordu. Bu süreci karısıyla beraber yaşayamadığı için çok üzgündü. Havva Hanım onun gönlünü aldı hemen; geldin işte, bak doğuma birlikte gireceğiz, daha ne olsun.” dedi. Havva Hanım eşinin doğuma yetişmeyi çok istediğini biliyordu. Ne zaman telefonda konuşsalar hep şöyle diyor du Zeynel Abidin, “İnşaallah doğumda yanında olurum. Kızımı görürüm ve sonra şehadete ererim.” gerçekten de duası kabul olacaktı. Zeynel Abidin, doğumdan sonra kızını ancak üç kere görebilecekti…Zeynel Abidin, gelirken, yanında bir köknar çamı getirmişti. Havva Hanım, nedenini sorduğumda, kızları için getirdiğini söylemişti. Çok nazlı büyüyen bir fidandı köknar. Rüzgârsız, gölgelik, yağmur alan bir yerde yetişir di. Kök salması zaman alır, iki üç senede ancak boy atardı. Tıpkı bir evlat gibi, yetişmesi, serpilmesi çok meşakkatli, çok zordu. “Belki de” demişti, fideyi dikerlerken evlerinin bahçesine, “Bu köknar ağacının da, kızımızın da büyüdüğünü göremem ben… Öyle bir şey olursa, ikisi de sana emanet. Onların gölgesi de yağmuru da rüzgârı da sen olacaksın, sen yardım edeceksin büyüyüp kök salmalarına, sonra dallanıp budaklanmalarına… Onların baharı da sen olacaksın, kışı da…” Havva Hanım çok duygulanmıştı, gözünden yaşlar akarken, daha fazla devam etmesini istememişti kocasının. Bebeklerini de köknar ağacını da beraber büyüteceklerini söylemişti Zeynel Abidin’e. “İnşaallah” demişti Zeynel Abidin, ama buna inanarak söylemediği belliydi. Şehadet şerbetinden tadacağını, daha kızının haberini aldığı ilk günden beri hissediyordu çünkü. * Doğuma gittikleri gün, ikisi de çok heyecanlıydı. Zeynel Abidin, ameliyathanenin önünde yerinde duramıyordu. Hiçbir operasyonda, hiçbir görevde bu kadar heyecanlanmamış, korkmamıştı. İkisini de sağ salim o kapıdan çıkmış olarak görmek istiyordu. Bu sırada kapı açıldı. Doktor, “Gözünüz aydın.” diye çıktı. Kızlarını, Zeynel Abidin’in kucağına verdiklerinde, dünya sanki durdu. Canından, kanından bir parçaydı ellerinde tuttuğu bu güzel varlık. Onu koruyacak, kollayacak ve hep mutlu edecekti. “Ah” diye düşündü “Bir kere duysam bana baba dediğini. Bir kere…” Ama duyamayacaktı… * Zaman hızla akıp gidiyordu. Kızları sekiz aylık olmuştu artık. Zeynel Abidin’le her fırsatta telefonla görüşüyorlar, Havva Hanım sık sık kızlarının son hallerinin fotoğrafını çekip yolluyordu ona. Zeynel, kızının büyümesini kaçırdığı için çok üzülüyordu. Üstelik karısını da tek başına bırakmıştı. Ona destek olamıyordu. Havva Hanım “Üzülme.” diyordu her defasında. Çünkü kızları çok iyi huylu bir bebekti. O yüzden hiç yorulmuyordu Havva Hanım. Yemesi, içmesi her şeyi çok düzenliydi. Hatta çok nadir ağlıyordu… Ta ki o geceye kadar. Zeynel Abidin’in şehadetinden bir gece önce, kızları sabaha kadar, hiç durmadan ağlamıştı. Bir sebebi yokken üstelik… Altı temizdi, diş çıkartmıyordu, ateşi yoktu, karnı toktu ama bir türlü susmuyordu. Havva Hanım ne yaptıysa olmadı. Balkona çıkardı, ayağında salladı, ninni söyledi ama dinmedi ağlaması. Sanki etinden et kopuyor, canından can gidiyordu küçücük bebeğin. Ailesi de kızlarına yardım için oradaydı ama onlar da hiçbir şey yapamıyordu. Sabah olduğunda, bebek hâlâ ağlıyordu. Üstelik bu kez, “Baba” diyerek…Havva Hanım da ailesi de çok şaşırmıştı, daha konuşmuyordu bile ama gerçekten de “Baba” diye ağlıyordu bebekleri. Nasıl mümkün olabilirdi bu? O sırada kapı çaldı. Sabahın çok erken saatiydi. Havva Hanım, merakla kapıya gitti, ailesi de öyle… Bu sırada bebek hâlâ ağlıyordu; belki de bütün gece bu yüzden susmamıştı. Babasının şehadetini hissetmiş ve haberini, kapılarına gelenler den daha önce vermişti anneciğine ama kimse anlayamamıştı. O gün, şehadet şerbetinden tadan Tankçı Uzman Çavuş Zeynel Abidin Bahçe, o çok istediği “Baba” kelimesini, kendi kulaklarıyla duyamamıştı ama biricik kızının bu hayattaki ilk kelimesi, “Baba.” olmuştu. Bir baba başka ne isterdi ki? * Bu millet, bağımsızlık yolunda canını seve seve veren, bir an bile gittikleri yoldan dönmeyi düşünmeyen aziz şehitlerimize, kınalı kuzularımıza minnettardır. Seyit Onbaşı gibi, Hasan Tahsin gibi, Çanakkale ve 15 Temmuz Destanını yazan şehitlerimiz gibi, Şehit Tankçı Uzman Çavuş Zeynel Abidin Bahçe de bir destan yazarak aramızdan ayrılmıştır. İmanın ve inancın gücünü arkalarına alarak, yazdıkları destansı hikâyeleri ve o temiz yürekli kahramanları, bu millet hiçbir zaman unutmayacaktır. Ruhları şad, mekanları cennet olsun.