Ramazan davulcusu, mahalle aralarında davulunu çalıp uzaklaştığından beri, Bilecik sessizliğe bürünmüştü. Ara sıra öten bir gece bülbülünün şakımasından başka, zifiri karanlığın ortasında hiçbir ses duyulmuyor du şimdi. Mayıs güneşi doğup da uçsuz bucaksız gökyüzünü aydınlatana ve şehir tekrar uyanana kadar bu sessizlik sürecekti… Fatma Teyze salonda, divanın üzerinde uyuyakalmıştı. Oğlu Ünal, Irak’ın kuzeyine göreve gittiğinden bu yana, uykuları bölünmüş, yerinde yatamaz olmuştu. O gece de bir anda ürpererek uyandı. Ünal’ın, “Anne!”diye ona seslenişini duymuştu sanki… Fatma Teyze, gözlerini açmış, etrafına bakınmıştı. Asker olmadan evvel, oğluyla birlikte sahur yaptıkları o gecelerden birini yaşıyormuş gibi hissetmişti. Ne güzeldi o vakitler… Ünal, ev halkından önce kalktığı zamanlar herkesi tek tek uyandırır, “Haydi sahurumuzu edelim.” derdi, cennetten kopan yumuşacık sesiyle. Her ramazan, Ünal için düğün, bayram günüydü sanki. Öyle heyecanlı olurdu ki… Orucunu tutar, sadakasını verir, büyüklerinin duasını almak için fakire, fukaraya yardım eder, doya doya yaşardı ramazanı. Hep sanki bir sonraki ramazana ulaşamayacakmış gibi bir heyecan duyardı. İşte o gece yine, Fatma Teyzeye, yanı başından seslenmiş gibi gelmişti oğlu ama bu defa sahur vaktini değil, sanki şehadetini haber veriyordu sesindeki tını… Acılı değildi. Tam tersine mutlu ve huzurluydu oğlu… Fatma Teyze, divandan kalktı. Bir iki zeytin ve bir parça ekmekle sahurunu yaptı. Sonra elinden hiç düşürmediği Kur’anı Kerim’i aldı kucağına, gözlüklerini takıp okumaya başladı.*Fatma Teyze saate baktığında neredeyse öğlen olmuştu. İçi huzurla doluydu, saatlerce Kur’anı Kerim okumuş, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişti, ta ki kapının zili çalana kadar… Kapının önünde polislerin sesi duyuluyordu. Fatma Teyze ‘‘Herhalde mahallede bir sıkıntı oldu.’’ diye geçirdi içinden. Yerinden kalkıp, kapıya doğru gittiğinde gelenin eşi Resul Amca olduğunu gördü. Ağlıyordu. Ne olduğunu anlayamamıştı Fatma Teyze. Resul Amca ‘‘Oğlum gitti!’’ diye haykırıyordu ama Fatma Teyzenin dört senedir düşünmekten uyuyamadığı oğlu Ünal, aklına gelmiyordu… Ancak, oğlunun şehadet haberini vermek üzere gelen heyeti karşısında görünce anlamıştı Fatma Teyze gidenin, ilk göz ağrısı Ünal olduğunu. * Ünal, Fatma Teyzenin ilk evladıydı. Eşine, dostuna hep, “Ünal ile birlikte büyüdüm ben.” diye anlatırdı. Gerçekten de ana oğul birbirlerine destek olmuşlar, adeta birlikte büyümüşlerdi. Sakin, olgun, ağırbaşlı bir yapısı vardı çocukluğundan bu tarafa Ünal’ın. Bozüyük doğumluydu. Kendini bildi bileli, Bilecik’in, namı diğer “Yanık Şehrin”, buram buram tarih kokan sokaklarında gezmeye bayılırdı. Daha küçük bir çocukken bile çok meraklıydı, milletimiz ve devletimiz için kutsal yerleri gezip görmeye… Bilecik, bu anlamda çok bereketli bir şehirdi. Kuruluşun ve kurtuluşun şehriydi ne de olsa. Çelebi Sultan Mehmet Camii, Ertuğrul Gazi Türbesi, İnönü Şehitliği… Her birini gördüğünde büyük bir heyecan duyuyordu içinde Ünal. En çok da kayalıklar üzerindeki Şeyh Edebali Türbesini ziyaret ettiklerinde çok coşkulanmıştı… Yemyeşil ağaçları ve kuş cıvıltıları arasında çıkmışlardı en tepeye annesiyle birlikte. Hayatında gördüğü en güzel gün batımını orada seyretmişti. Türbeye varana kadar, yol boyunca bütün ecdadımızın çiniler üzerinde resmedilmiş savaş sahnelerini görmüş, hayranlıkla izlemişti… Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Yavuz Sultan Selim ve daha nicelerinin kazandığı zaferler bir bir geçmişti aklından. Hepsinin heybetinden, ihtişamından o kadar etkilenmişti ki gözleri dolmuştu Ünal’ın. Varsa yoksa vatandı onun için, daha o küçücük yaşlarından beri. Annesiyle beraber, yemyeşil vadiye bakan Edebali Türbesine ulaştıklarında, Osmanlı Devleti’nin kuruluş zamanlarını yaşamış bu mübarek kişiye, Osmanlı Devleti’nin manevi kurucusu ve fikir babasına dua etmişlerdi ellerini gökyüzüne açarak. Ona ve bütün ölmüşlerine gitsin duaları diye niyet etmişlerdi… Duaları bittiğinde, oradaki bir resmin altında yazan, Osman Bey’in gördüğü ve Şeyh Edebali’nin, Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşuna yorduğu o rüyayı okumuştu Ünal. Rüya şöyleydi; Şeyh’in göğsünden bir hilal çıkıyor, hilal büyüyüp dolunay oluyor ve Osman Gazi’nin koynuna giriyordu. Sonra bir ağaç çıkıyordu ortaya, dalları büyüyor, büyüyor ve bütün cihanı kaplıyordu. İşte o çınar ağacı Osmanlı İmparatorluğuydu. Ünal, o kadar etkilenmişti ki bu mübarek rüyadan, o da asker olacak ve atalarının canı pahasına bu millete emanet ettiği vatan toprağını korumak için son nefesini verene dek mücadele edecekti. Eve döndüklerinde, Şeyh Edebali’nin yüzyıllar evvel Osman Beyin kulağına fısıldadığı öğütleri duyar gibi olmuştu Ünal… “Atalarının ve soyundan gelecek olanların iki cihanda da hayır ile anılmasının ispatı senin elinde!” deyişi hâlâ kulaklarında çınlıyordu… Gerçekten de Ünal, o günden sonra, bir tılsım gibi taşımıştı Şeyh Edebali’yi ve sözlerini yüreğinde. Ne zaman içi sıkılsa, hayatıyla ilgili bir çıkmaza girse, ferahlamak için ve doğru yolu bulmak için yüreğinden çıkarır, okurdu tekrar tekrar. Kendine kılavuz edinmişti o öğütleri. Sanki bir devlet, bir memleket kurar gibi inşa etmişti, kendisini, ailesini ve hayatını… Bütün imkansızlıklara rağmen okumuştu. Biliyordu, ilim, irfan sahibi olmanın önemini ve eğitim olmadan hiçbir şeyin olmayacağını. Ne yapmış, etmiş, sabahları erkenden kalkıp, köyden merkezdeki okuluna yürüyerek gitmiş, liseyi bitirmiş, asker olmuştu. Babası Resul Bey, çocuklarına daha iyi bir gelecek sunmak için inşaatlarda çalışır, iş imkanı olduğunda ailesinden uzakta kalma pahasına il dışına ve yurt dışına çalışmaya giderdi. Ünal, her zaman, anne ve babasının yaşadığı zorlukları hafifletmeye çalışmıştı elinden geldiğince. Kardeşlerine de okumaları için destek olmuştu. Bütün kardeşlerinin koruyucusu, hamisi olmuştu. Sadece kardeşlerinin değil, annesinin de en büyük koruyucusu, destekçisiydi. “Allah hayırlı evlat nasip etsin.” diye dua eder ya herkes, Ünal da öyle hayırlı bir evlattı işte. Sadece ailesi için de değil. Büyük, küçük herkese karşı çok düşünceli, çok saygılıydı. İhsan ve irfan sahibiydi. “Başkasına iyilik etmek,” ve “Her işi hakkıyla yapmak.” için yaşıyordu adeta. Adalet ve inanç en güçlü zırhıydı, tıpkı Osmangazi gibi, bir an olsun bu zırhın himayesinden çıkmamıştı. Bir olay olduğunda, doğrunun yanında yer alırdı her zaman. Bir o kadar da fedakâr dı. Memleketine izine geldiği zamanlar bile evine gelir gelmez dönüş için biletini alır, “Kardeşlerim orada, ben ailemi gördüm, bir an önce gideyim de onlar da ailelerini görmeye gitsin.’’ diyerek izin sürelerini hep kısa tutar, annesi üzülüp sıkılınca, “Üzülme anacığım, övün! Senin oğlun bu vatanı korumak için şehit de olur gazi de…” diyerek sanki onu şehadetine alıştırmaya çalışırdı. Sabretmeyi, sebat etmeyi çok iyi bilirdi Ünal. Dirayetli ve metanetli olmayı annesinden öğrenmişti ne de olsa. Anacığı da onun gibi bütün zorlukların üstesinden sabırla gelirdi. En kötü günde bile “Hamdolsun” derdi. Evlatlarını canında, kanında büyüten analardandı Fatma Teyze. Vefakâr, cefakâr ve kanaatkâr. Kederi tek başına yiğitçe göğüsler, sevinci ise etrafına cömertçe dağıtırdı. Çocuklarını iyi bir şekilde yaşatmak için hep mücadele vermişti. Kaya kadar sağlamdı, kırılmazdı, kol kırılsa bile “yeni” içinde kalır, çocuklarına hiç belli etmezdi halini. Çetin, yürekli bir kadındı. Ünal da aynı anacığına benzemişti işte. Demir gibi sağlam, karar lı, güvenilir bir çocuktu. Nefsini ayrık otlarından ayıklamış, içinin nuru dışına vurmuştu adeta. Sadeydi, saftı… Övülmeyi sevmezdi. Bir insan saygınlık sağladıysa, övülmeye ihtiyaç duymazdı ki… Gerçek saygınlık da övülmek istemezdi zaten. Ne başarısını, ne yenilgisini büyütürdü gözünde. Her şeyin Allah’tan geldiğini bilerek yaşar dı. Peygamber Efendimizin bir Hadîsi Şerîfinde: “Meth olunmayı, övülmeyi sevmek, insanı kör ve sağır eder. Kabahatlerini, kusurlarını görmez olur. Doğru sözleri, kendisine yapılan nasihatları işitmez olur.” buyurduğu gibi, övülmeyi sevmek, manevi bir hastalıktı ona göre. Dürüsttü, yalan nedir bilmezdi. Mertti, yiğitti. “Mangal gibi yürekli” derler ya hani, Ünal’ın da yüreği öyle, mangal gibiydi işte. “Vatanım.” diyor başka şey demiyordu. * 2018 yılı şubat ayında ailesinin yanına izne gelmişti Ünal. Yine kısa tutmuştu iznini. İzin bitiminde babası onu havaalanına götürürken, annesi arkasından su dökerek uğurlamıştı oğlunu kazasız belasız gidip gelsin diye. Sonra sabah namazını beklemek için ağlayarak oğlunun yatağına uzanmıştı. Ayakucundan bir ses işitmişti, ‘‘Niye ağlıyorsun ki üç ay sonra oğlun şehit olacak.’’ diyordu bu gaipten gelen ses… İçi ürpermişti Fatma Teyzenin. Besmele çekip, Kur’anı Kerim’e sarılmış, oğlu birliğine varana kadar okumuştu yine. İki ay sonra Ünal, ailesini şaşırtmış, bir akraba düğünü için izne gelmişti tekrar. Öyle sık sık izne gelmezdi, belli ki helallik almaya gelmişti bu defa. Fatma Teyzenin aklında hep, “Oğlun üç ay sonra şehit olacak.” diyen ses vardı. Belki de o yüzden, düğün sırasında, ‘‘Hiç aile fotoğrafımız yok.’’ diyerek fotoğraf çektirmek için ailesini toplamıştı yanına. Bunun ilk ve son aile fotoğrafları olacağını hisseder gibiydi. * 5 Mayıs 2018 tarihinde izni biten Ünal, Hakkari’ye dönmüş, 31 Mayıs 2018 tarihinde ise şehadet haberi düşmüştü baba ocağına. Hakkari Yüksekova’da komando olarak, 1. Dağ ve Komando Tugay Komutanlığı emrinde görev yaparken, emniyet unsurları ve teröristler arasında çıkan çatışma sonucunda şehitler kervanına katılmıştı. Hep hayalini kurduğu gibi düşmana değil, Rabbine teslim olmuştu Ünal. Ne mutlu ona ki, daima izinden gittiği ecdadımızla beraber, Peygamber Efendimize komşu olmuştu artık… * O gün, heyet, kapısına gelip de oğlunun şehadet haberini verdiğinde, inatla orucunu bozmamıştı Fatma Teyze. “Oğlum bana kızar.” diyordu… Metanetini koruyarak iman gücüyle orucunu tamamlamıştı. Oğlunun şehadetinden sonraki bütün ramazanlarda, hep oğlu yanındaymış gibi sahurunu, iftarını etmiş, her namazını onunla kılmıştı. Lakin, o mayıs gününden sonra, Fatma Teyze, bir daha hiç gülmemişti. Yanık Şehrin yüreği yanık anasıydı artık o, çünkü oğlu artık yanında değildi…Şehidimiz Piyade Uzman Çavuş Ünal Demir gibi, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü ve Türk Milleti’nin bağımsızlığını korumak için, canlarını hiçe sayan aziz şehitlerimizi saygıyla anıyoruz. Vatanını korumak uğruna ölümü göze alan kahraman askerimiz sayesinde bu vatan hala birlik ve beraberliğini muhafaza etmektedir. Bayrağı uğruna canını feda eden tüm aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyoruz. Mekânları cennet olsun, kabirleri nurlarla dolsun…