Süleyman KUL
1993-2016
Şehir: Giresun
Doğum Yılı: 05.03.1993
Şehadet Yeri ve Tarihi: Mardin, 25.04.2016
Görevi: Jandarma Uzman Çavuş

Onlar üç arkadaştı; Süleyman, Bekir ve Hakan.Giresun’un üç afili delikanlısı, yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen, umutlarını, heyecanlarını paylaşan, Karadeniz gibi hırçın, yürekli, içten, vefakâr çocukluk arkadaşlarıydı onlar. Kaderleri daha o zamanlardan ortak yazılmış üç cengâver kardeştiler…Süleyman, en küçükleriydi. Birer yaş bile olsa aralarında Bekir ile Hakan’ı abi yerine koymuş, hiçbir zaman saygıda kusur etmemişti. Kardeşleri için kendini ateşe bile atar, hiçbir tehlikeden sakınmazdı. Öylesine büyük bir sadakat ve vefa duygusuyla doluydu onlara karşı. Sadece arkadaşlarına karşı da değil, ailesine de çok bağlıydı Süleyman. Hele annesine içi titrer, bağda bahçede çalışmaya gittiğinde kardeşlerine bakarak anacığına destek olurdu. Hiçbir işten gocunmazdı Süleyman. Çok çalışkan, çok becerikli bir çocuktu. Elinden her türlü iş gelirdi; tamirat, ahşap, tesisat işleri… Yapamadığı şey yoktu ama o en çok asker olmak, o ay yıldızlı üniformayı üzerine giymek istiyordu. Vatani görevini yapan mahalleli abilerden biri bir gün bayram izninde onlara gelmişti de ne heyecanlanmıştı Süleyman. Saatlerce hayran hayran izlemişti üniformasını, başındaki kepini, gözlerindeki kararlı bakışı. Delikanlı bunu fark etmiş, küçük Süleyman’ı yanına çağırmış, başındaki kepi ona takmış tı gönlü olsun diye. Dünyalar Süleyman’ın olmuştu; hemen arkadaşları Bekir ve Hakan’a göstermek için sokağa fırlamış, nefesi kesilene kadar koşmuştu. Üç arkadaş asker olmaya işte o gün karar vermişlerdi… Tıpkı bayramlaşmaya gelen o abi gibi bu memleket için savaşacaklar dı! Sultan Alparslan’dan Fatih Sultan Mehmet’e, Yavuz Sultan Selim’den Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e bütün büyüklerimizin sarsılmaz imanlarıyla sahip çıktıkları bu vatana artık onlar yiğitçe, kahramanca sahip çıkacaktı. Yıllar yılları kovalamış, vatani görevlerini yapma vakti geldiğinde düğüne gider gibi gitmişlerdi üç arkadaş, üçü de aynı vakitte. Birbirlerine veda ederlerken, Kur’an’a el basıp ant içmişlerdi. Tıpkı kendi cenaze namazlarını kılarak şehadet şerbetini içen ecdadımız gibi canlarını vatana feda etmek için. Süleyman uzman çavuşluk sınavlarına girmeye karar vermişti. Ailesinden gizli olarak sınavları kazanmış, anası askerden dönüş yolunu gözlerken Süleyman “Uzman Çavuş oldum.” diye çıkıvermişti karşılarına. Heyecanla Bekir ve Hakan’ın da sınavı kazandıklarını anlatmıştı. Üç yiğit arkadaş günün birinde aynı cephede omuz omuza çarpışacaklardı, vatanı bölmeye çalışanlara karşı. Gelgelelim Süleyman’ın anacığı hiç istememişti oğlunun asker olmasını. Ne zaman fidan gibi askerlerimizin, kötülerin namert kurşunlarına hedef olduklarını duysa perişan oluyordu. Yalvardı, yakardı, bir işe gir dedi, elinden her şey geliyordu oğlunun ne de olsa. Fabrikada çalışırken, lokantada garsonluk yaparken becerisiyle, çalışkanlığıyla herkese sevdirmişti kendini, tuttuğunu koparır bir yapısı vardı, ne istese altından kalkardı. Süleyman ise annesinin korkusunun sebebini biliyordu. Kendinden emin bir şekilde, “Kaderimizde varsa şehitliği de göreceğiz anne” demişti. “Hem şehitlikten daha güzel makam olur mu?” Süleyman ve Bekir uzmanlık sınavlarını kazandıktan sonra tesadüf bu ya, Nusaybin’de beraber göreve atanmışlardı. Hakan onlardan ayrı düşmüştü ama gönül bağları hep devam edecekti. Hem vatanın her yerinde onlar gibi yiğitlere ihtiyaç vardı. Süleyman ve Bekir aynı yere düştükleri için, kan kardeşken bir de üstüne can kardeş olmuşlardı artık; yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor, sularını, ekmeklerini, ailelerine hasretlerini paylaşıyor, cephede birbirlerinin arkalarını kolluyorlardı. Nöbetlerde uzun uzun sohbet ediyor, dertleşiyorlardı. Bir gün bir çınar ağacının gölgesinde dinlenirlerken, Bekir “Çınar ağacının hikayesini biliyor musun?” diye sormuştu Süleyman’a. Süleyman bilmiyor du. Bekir “Ben de babaannem den duymuştum” diye başlamıştı anlatmaya; “Efsane bu ya; Evvel zaman içinde üç birader varmış; sen, ben ve Hakan gibi. Yedikleri içtikleri ayrı gitmezmiş. Bir gün bu üç kardeşten biri bir zalimin kurşunuyla vurulmuş. Diğer kardeşler onun ölüsünün başında öyle ağlamışlar öyle ağlamışlar ki, aylarca mezarın başından ayrılamamışlar… Sonra da nedendir bilinmez, hareketsiz kalmışlar. Ayakları, kolları bir anda dallara dönüşmüş ve oracığa kök salmışlar yavaş yavaş. İşte o kardeşlerden olan ağaca çınar ağacı demiş eskiler. Bizim oralarda kardeş acısının simgesi olmuş o gün bugündür… ”Süleyman burulmuş “Allah ikinizin de yokluğunu göstermesin bana” diyebilmiş, sonra eklemişti “Eğer bir gün içimizden birine bir şey olursa, bir çınar ağacı dikelim onun için. O büyüdükçe, rüzgârda sallandıkça yattığı yerde kök salsın diye…” Bekir başını sallamıştı “Tamam” der gibi. Ertesi gün göreve gitmeden önce yine oradan buradan muhabbet etmişti iki arkadaş. Birkaç gün sonra izne çıkacak, ailelerine, sevdiklerine kavuşacaklardı, onun heyecanıyla dolup taşıyorlardı ikisi de. Bekir evlenecekti yakında, düğün için bir salon arıyordu. Eve dönmeden mekânı ayar layıp, nişanlısına sürpriz yapmak istiyordu. Süleyman “Hallederiz birader” demişti her zamanki iş kotaran tavrıyla, tanıdık bir salon vardı, “Hayır lısıyla görevden dönelim bu akşam arar konuşuruz Kemal Abiyle.” Bekir minnettar kardeşine sarılmış “Allah’a emanet ol” deyip birbirlerine yola koyulmuşlardı. İkisi de bilmiyordu, o gün o görevden sadece biri geri dönecekti…* Tarih 3.04.2016; o sabah Giresun yağmurlu bir güne uyanmıştı. Süleyman, solgun yüzü, öfkeli, intikam dolu bakışları ile silah arkadaşı, can dostu Uzman Çavuş Bekir’in cenazesinde en önde saf tutuyordu. Kollarının arasında Bekir’in fotoğrafı duruyordu; şehadete erdiği yerde kanlar içindeki kardeşine sarıldığı gibi sarılmıştı çerçeveye, o son bakışı hâlâ aklındaydı. Her göz kırpışında tekrar tekrar o anı yaşıyordu sanki ve her defasında yüreğindeki acı, büyük bir öfkeye dönüşüyordu. Bir anneyi evladından ayıran, onunla beraber canını ve ruhunu toprağa koyan teröre, bir kez daha lanet ederken on binler, Süleyman, kardeşinin kanını yerde bırakmayacağına dair ant içmişti al bayrağa sarılı tabutunun başında. Canı pahasına da olsa kardeşini, silah arkadaşını anasına, sevdiceğine doymadan bir pusuyla katleden teröristlere cezasını verecekti bütün Mehmetçiklerle birlikte. Süleyman, can arkadaşının cenazesinden sonra birkaç gün ailesiyle zaman geçirmek için evine gelmişti izinli olarak. Annesi oğlunu her zamankinden daha farklı bulmuştu; neredeyse hiç konuşmuyor, çok az yiyor içiyor, uyumuyor, geceleri uzun uzun bahçedeki çınarın altında oturup düşünüyordu. Acısına yormuştu kadıncağız, ne de olsa kolay değildi insanın silah arkadaşını, kardeşini yitirmesi ama ondan daha öte; Süleyman’ın gözlerinde büyük bir öfke seziyordu. Adeta göreve dönmek için gün sayıyordu, arkadaşının intikamını alabilmek için. Süleyman’ın anacığı, Bekir için çok üzülüyordu elbet. Kendi oğlu için ise korkuyordu; her ne kadar vatan millet aşkıyla dolu olsa da Bekir’le aynı kaderi paylaşsınlar istemiyordu ama onların kaderleri daha çocukken birbirlerine bağlanmıştı. İznin son günlerinde yaylaya gideceğim demişti Süleyman. Oldum olası çok severdi yaylayı zaten, babası arabayı al dese de o yürüyerek gitmek istemişti. Tıpkı Nusaybin’de Bekir’le beraber gittikleri görevler gibi uzun uzun yürümüştü Süleyman, sanki yanında biraderi de varmış gibi. Bu defa saman sarısı engebeli yollardan değil, alabildiğine yeşil patikalardan yürüyordu.Yol boyunca Bekir’i düşünmüştü. Süleyman’ın içini rahatlatan tek şey kardeşinin “La İlahe İllallah” diyerek son nefesini vermiş olmasaydı. Çünkü Peygamber makamına komşu olmak en büyük istekleriydi ikisinin de. Bekir Süleyman’dan daha önce ulaşmıştı bu makama ama hissediyordu Süleyman, şimdi sıra kendisine geliyordu… Yayladan dönmeden evvel birbirlerine söz verdikleri gibi kardeşi için bir çınar ağacı dikti Süleyman; o çınar ağacı kök saldıkça, düşmanın bu topraklarda bir daha barınamayacağına yemin etti ve hiç yanından ayırmadığı defterine şu satırları yazdı son kez. “Seni toprağa verdik ya devrem, anacığının yüreğine acın düştü ya, yemin olsun bu son olacak! Bir daha hiçbir ana ağlamayacak inşaallah! ” Süleyman’ın görev yerine dönmek üzere yola çıkacağı gün, bütün aile ve mahalleli onu dualar eşliğinde uğurlamaya gelmişti evin önüne. Tıpkı ilk gidişinde davullarla zurnalarla uğurladıkları gibi. Süleyman hâlâ sessizdi giderken, sanki anacığına söylemek istediği bir şey varmış gibi bir an yüzüne bakmış, sonra sımsıkı sarılmış ve “Arkamdan sakın ağlama anacığım, oğlunla sadece gurur duy.” deyip gitmişti. Gidişinin ardından yastığının altında bir mektup bulmuştu anası. Süleyman’ın, özene bezene bir yazıyla yazdığı, kısacık vasiyetiydi bu. “Eğer şehit olursam, kanlı bedenimi doğup büyüdüğüm, sınır köyü Pelitlik Mahallesi’ndeki köy evimizin önüne koyun. Yaylaya giden yolun kenarına bir çeşme yapılsın istiyorum. ‘Şehitler ölmez vatan bölünmez’ çeşmesi olsun adı…”Anası o satırları okurken gözyaşlarına boğulmuştu; çünkü anlamıştı oğlunun bir daha gelmeyeceğini. Gerçekten de çok değil, üç hafta sonra, arkadaşı Bekir’in ardından, bu kez Süleyman’ın şehit haberi düştü baba ocağına. Mardin’in Nusaybin ilçesinde, Bekir’in şehadete erdiği aynı noktada, terör örgütü tarafından tuzaklanan el yapımı patlayıcının infilak etmesi sonucu, Süleyman Kul da şehitler kervanına katıldı. İki can arkadaş, Allah yolunda yine buluştular. Acısı çok ağır olsa da evlatlarının mertliğiyle, yiğitliğiyle gurur duyuyor şimdi Süleyman’ın ailesi, tıpkı bütün şehit yakınları gibi… Allah hepsinden razı olsun. Aziz vatanımızı bölmek, al bayrağımızı göklerden indirmek isteyenler, Şehit Jandarma Uzman Çavuş Süleyman Kul gibi canını feda eden askerlerimizin cesareti ve onların fedakâr ailelerinin karşısında emellerine ulaşamayacaktır. Mehmetçiğin emanetine sahip çıkmak ise biz geride kalanların boynunun borcudur. Terörü lanetliyor, şehitlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz.