Recep, soğuk bir şubat günü, Emine Ana ve Yaşar Babanın sekiz çocuğundan biri olarak dünyaya gelmişti. 1939 depreminden sonra küllerinden yeniden doğan, etrafı Munzur ve Keşiş dağlarıyla çevrili, bereketli toprakları olan Erzincan’da açmıştı gözünü dünyaya. Sadece o bereketli topraklarda biten bin bir çeşit ekiniyle değil, o topraklarda yetişen kahraman yürekli yiğitleriyle de meşhurdu Erzincan. Halit Paşa gibi nice Milli Mücadele kahramanı vatan için savaşmış, kan dökmüştü yıllar evvel o topraklarda. Kahraman şehidimiz Recep de atalarının kahramanlıklarına bir yenisini daha ekleyecekti, doğumundan tam yirmi yedi sene sonra, 15 Temmuz 2016’da. Türkiye’nin, “O karanlık gecesini” aydınlığa çeviren yaman delikanlılardan biri olarak, şanlı tarihimize adını altın harflerle yazdıracaktı. *Recep, 15 Temmuz 2016 günü, İstanbul’da bir inşaatta çalışıyordu. Birkaç haftadır buradaydı. Ailesine destek olmak için her yaz, İstanbul’a çalışmaya geliyordu. Annesine, babasına ve kardeşlerine çok bağlı, onlar için yaşayan biriydi Recep. Ekmeğini harç kararak, tuğla dizerek kazanıyordu. Bedeni yoruluyordu, güneşin altında kavruluyordu belki ama çalışmak onun ruhuna iyi geliyordu. Çocukluğundan beri boş durmayı hiç sevmezdi Recep. Babası çalışırken, okul sonrası, ona yardıma gider, başka köylerde iş bulur, evin bütçesine katkıda bulunurdu. Şimdi de İstanbul’a gelmiş, yine kazandığı parayı, her ay düzenli olarak ailesine yolluyordu. Kendisi eğitimini yarıda bırakmıştı ama kardeşleri okusun, üniversite eğitimi alsın istiyordu. Özellikle kız kardeşlerinin mutlaka bir altın bileziği olsun ya öğretmenya da memur olsunlar diye hayal ediyordu. O yüzden, eli ekmek tutmaya başladığından beri, canla başla, kardeşlerinin bütün masraflarına destek olmaya çalışıyor du. Babasının şikâyet ettiğini hiç duymamıştı ama tek başına sekiz çocuğa bakmak kolay değildi. O yüzden desteğini ailesinden hiç esirgemiyordu. Babasına, annesine büyük bir sevgisi vardı Recep’in. Her şeylerini, çocukları yolunda feda etmeye hazır olan anne ve babasına karşı her zaman minnet duyuyordu. O da kardeşleri için herşeyini feda etmeye hazırdı. Çocukluklarından beri, her zaman onların hamisi ve koruyucusu olmuştu Recep. Maddi, manevi hiçbir sıkıntıyı hissetmelerini istemez, bütün sorunları onlara fark ettirmeden çözer, evdeki ağır işleri hep o üstlenirdi. Sadece kardeşlerine değildi onun ağabeyliği. Çalıştığı inşaatlardaki iş arkadaşlarına da ağabeylik ederdi. Köylerinden çıkıp gelmiş, büyükşehir bilmeyen garibanlara işi öğretmek ve İstanbul’a alıştırmak için elinden geleni yapardı. Kendisinin ilk geldiğinde yaşadığı zorlukları, yaşamasınlar diye, onlara, yol,yordam gösterirdi. Hepsini kardeşi gibi görürdü. Genç, yaşlı, büyük, küçük her kese saygılıydı Recep. Özellikle yaşlılara çok kıymet verir, onlara büyük hürmet beslerdi. Bir defasında, çalıştığı bir inşaatta, çok yaşlı bir amcanın akciğer kanseri olduğunu öğrenmişti. Çalışacak hali yoktu adamcağızın ama mecburdu, evine ekmek götürmek zorundaydı. Recep, onun bu haline çok üzülüyordu. Kendi işlerini, uykusundan fedakârlık edip, işe erken gelip, hemen bitiriyor, kalan zamanda onunkileri hallediyordu. Adamcağız, öyle çok dua etmişti ki, Recep, yaptığı iyilikten bile mahcup olmuş, yüzü kızarmıştı.Utangaç, munis, vicdanlı ve merhametli bir gençti. Ne de olsa öyle görmüştü babasından, atasından. Üstelik bu yaptığı iyiliklerin karşılığını hiç beklemeden yapıyordu.Mazluma yardım etmek, kardeşinin gam ve kederine ortak olmak, bir insanın gerçek zenginliğiydi. Peygamber Efendimizin “Bir insanın gerçek zenginliği, mal mülk çokluğu değil, gönül zenginliğidir, cömertliğidir.” buyurduğu gibi, Recep de bu dünyadaki en zengin insanlardan biriydi. * Recep, 15 Temmuz 2016 günü, İstanbul’da çalıştığı inşaattan yine geç vakitlerde çıkmıştı. Yorgundu, lakin hemen eve gitmek istemiyordu. Ne de olsa yalnız yaşıyordu. Evin sıkıcı havasını solumaktansa, şöyle Çamlıca Tepesine çıkıp, boğaz manzarası eşliğinde bir çay yudumlayarak efkâr dağıtmak istiyordu. Karşıda, yanıp sönen yakamozlar ve Boğaziçi Köprüsünün ışıltısı birbirine karışıyordu. Bir efkâr kapladı yüreğini, memleket havası estirsin diye, bir de türkü tutturdu… “Şu yüce dağları duman kaplamış, Yine mi gurbetten kara haber var. Seher vakti burda kimler ağlamış, Çimenler üstünde gözyaşları var.” (Kaynak kişi: Ali Ekber Çiçek) Çocukluğunda, en sevdiği türküydü bu Recep’in. Yıllar vardı ki hiç söylememişti. Şimdi onca yıldan sonra, aklına gelmesi tuhaftı. Anneannesinden duymuştu ilk kez bu türküyü. Sonra hikayesini de anlatmıştı torununa. Birinci Dünya Savaşında, Doğu Cephesine gönderilen birlikler den birinde, Erzincanlı bir komutan, birliğiyle beraber pusuya düşürülmüştü. Bütün askerleri şehadete ermiş ve sadece kendisi sağ kalmıştı. O geceden sonra bu uzun havayı yakmıştı şehit olan askerleri için. İçinde hem acı hem de sitem vardı. “Ben neden şehit olmadım” diye kendisine kızıyordu komutan. Anneannesi, ne zaman bu türküyü okusa, içi cız ederdi Recep’in. Sanki kendisinin de bir gün şehadet şerbetinden tadacağını hisseder gibi, o askerlerin yaralarını ta yüreğinde hissederdi. Devamını hatırlayamamıştı türkünün. Biraz düşündü ama gelmedi gerisi… İstanbul’a ilk geldiğinde de Çamlıca Tepesinde, İstanbul’un Yedi Tepesini seyretmek için oturmuş, yine böyle hayallenmişti. İstanbul’u sevmişti ya, Erzincan da burnunda tütüyordu. Sevdikleri hep oradaydı ama ekmek parası için burada çalışmak daha iyiydi. Yevmiyeler daha yüksekti. Paranın bir kısmını ailesine gönderiyordu, bir kısmını biriktiriyordu. Bir süre sonra, ailelerine uygun, helal süt emmiş bir kızla evlenmek, bir yuva kurmak istiyordu Recep. O zaman temelli dönecekti memlekete. Belki orada bir iş bile kurardı. Baba olmak en büyük hayallerinden biriydi. Çocuklarla arası çok iyiydi. Hem yeğenleriyle hem arkadaşlarının çocuklarıyla çok iyi anlaşırdı. Tek isteği bir gün, vatana ve millete hayırlı evlatlar yetiştirmekti ama bunun için kuracağı aileyi geçindirebilecek kadar bir parayı kenara koyması gerekiyordu. Böyle düşüncelere dalmışken, uzaktan, silah sesine benzer, bir takım sesler duyulmaya başlamıştı gecenin sessizliğinde. Bir anlam verememişti önce, havai fişektir belki diye gökyüzüne bakmıştı ama hiçbir şey yoktu. Her zamankinden daha parlaktı sanki o gece yıldızlar ve ay. Bayrağımızı hatırlatır gibi ışıl ışıl parlıyordu. O anda büyük bir patlama sesi duyuldu. Köprüden, sarı, kızıl alevler gökyüzüne yükselmeye başladı. Çığlıklar duyuluyordu beraberinde…Recep ne olduğunu anlayabilmek için ayağa kalktı, bu sırada bir arkadaşı aradı,“Recep, neredesin?” dedi karşıdaki ses. Recep “İşten çıktım. Eve gidiyordum. Çamlıca Tepesinde biraz dinleniyorum, ne oluyor?” diye sordu. Arkadaşı “Birader,” dedi “Ortalık karışık. Darbe oluyor. Biz Boğaz Köprüsüne gidiyoruz.” Recep “Ben de geliyorum! Zaten yakınım oraya.” deyip hemen telefonu kapattı ve köprüye gitmek üzere davrandı. Devletinin ve milletinin ona ihtiyacı vardı, orada olması gerekiyordu! Bu arada ailesi de onu aramıştı merakla. “Oğlum, bir şeyler oluyor. İyi misin?” diye. Gerçekten de bir şeyler oluyordu! Halk, polis ve askerler birlik olmuş, ülkeyi bölmeye çalışanlara karşı meydan okuyordu! Salalar verilmeye başlamıştı. Millet, demokrasisine sahip çıkmak için, sokaklara dökülmüş, tek vücut olmuş, düşmana karşı yürüyordu. Annesi tekrar sordu, “Oğlum, iyimisin?” Recep, heyecanla “Ben iyiyim.” dedi “Merak etme. Sakın dışarı çıkmayın. Babamı, kardeşlerimi zapt et.” dedi. Tam telefonu kapatacakken, “Anacığım.” dedi tekrar “Ben şehit olmaya gidiyorum. Sen arkamdan dua et yeter.” deyip telefonu kapattı ve koşa koşa köprüye doğru gitti. *Nihayet köprüye varmıştı Recep. Köprüde, trafik kapalıydı. Darbeciler, onlara karşı gelen halkın üzerine toplarla, tüfeklerle acımazsızca ateş ediyordu. Ortalık savaş alanına dönmüştü. Binlerce mermi, o hain namlulardan çıkarak, tertemiz, vatanını korumaktan başka hiçbir gayesi olmayan milletimize isabet ediyordu ama halk, yılmıyor, korkusuzca, kendisine tanklarla ateş açanların üzerine doğru yürüyordu. Recep de aralarına katılmıştı, elinde sımsıkı tuttuğu bayrağımızla beraber. Vatanı bölmek isteyenlere pabuç bırakmaya niyeti yoktu Recep’in. Bu sırada, bu cehennem kasırgası altında, bir patlama daha duyuldu. Umursamadı Recep, devam etti darbecilere doğru ama vurulmuştu. Ateşi ve cesareti acısını hissettirmemişti. Hz. Peygamberimizin de belirttiği gibi, şehitler, acılarını bir karınca ısırığı kadar duyardı ancak. Kendini Allah’a ve vatan toprağına emanet etme vakti gelmişti. Yere düşerken, elindeki Türk bayrağını sımsıkı tutuyordu… O hatırlayamadığı Erzincan türküsünün devamını şimdi, Boğazın üstündeki o köprüde, canını veren bütün o şehitler, hep bir ağızdan söylüyor gibiydi… “Gönlümüz gamlanır böyle günlerde Önüme çektiler bir siyah perde…” Recep, hastaneye götürülür ken, onu korumak için üstüne siper olan ve hemen arkasından vurulan polisin durumunu sorup duruyordu yanındakilere. “Ben iyiyim.” diyordu. “Ona bakın. Ben iyiyim.” Aslında biliyordu iyi olmadığını. Çok kan kaybetmişti. Pek yakında, Allah’ına kavuşacağını, Peygamber Efendimize komşu olacağını hissediyordu. Gerçekten de öyle oldu. Ambulansta onu kurtarmaya çalışan sağlık görevlileri, sonradan babasına anlatmıştı. O yaman delikanlı, kelimei şehadet ile helallik isteyerek şehitlik mertebesine yükselmişti henüz hastaneye bile varamadan. * O gece, 15 Temmuz 2016’da bu millet, içimizdeki sinsi düşmanlara gereken cevabı vermiştir. Şehidimiz Recep Gündüz gibi pek çok yiğidimiz, kurşuna ve tanklara kendini siper ederek, büyük bir destan yazmıştır. O aziz şehitler ki, vatana el uzatanların karşısında dağ gibi dimdik durarak, canları pahasına vatanı onlara teslim etmemişlerdir. O gece, şehadet şerbetinden tadan, genci, yaşlısı, kadını, erkeği, polisi, askeri ve siviliyle bütün şehitlerimiz, gökyüzündeki yıldızlardan daha parlak birer ışık olarak, yeni nesillere yol göstermeye devam edeceklerdir. Bu destanı yazan bütün şehitlerimize, Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz.