Ay ışığı, Çoruh Nehri’ne yansıyordu… Çoruh, Borçka’nın içinden hızla akıp geçerken, Köse ailesinin anılarını da sürüklüyordu sanki o hızla. Sıcak havalarda, ailecek Karagöl’e gidip serinlemeleri, o kartpostal gibi, sislerin içinde kalmış dağların arasından geçerek yaylaya çıkışları, şırıl şırıl akan derelerinden su içişleri; hepsi sürüklenip gidiyordu sanki başka diyarlara. O gece, oğullarına kavuşmak için gün sayarken, baba ocağına Ramazan’ın şehadet haberi düşmüş, her zamanki ılık rüzgarların esintisi yerine, kasırgadan hallice, bir fırtına kopmuştu evlerinde. Hakkari’nin Yüksekova İlçesinde, vatani görevini yapan oğulları Ramazan, pusuya düşürülerek şehit düşmüştü… Yürek yangınıyla gurur bir olup, Karadeniz’in hırçın dalgaları gibi şaha kalkmıştı sanki her birinin kalp atışları. Anası, babası, kardeşleri, çocukluk arkadaşları, komşuları, herkesin gözünde teröre karşı öfke vardı! Ramazan’ın çocukluğuna, geride bıraktığı o masum anılara, en birinci elden tanıklık eden Çoruh bile o gece daha şiddetli, daha güçlü akıyordu sanki. Önüne çıkan her türlü kötülüğü ve inamsızlığı alaşağı edip, uzaklara püskürtecek gibi hırsla sürüklüyordu geceyi, gündüzün ilk ışıklarına doğru. * Sabah olduğunda, Artvin’in Borçka İlçesi, Aksu Mahallesindeki tüm elektrik direkleri ve evler, ay yıldızlı bayraklarla donatılmıştı. Mahallenin girişine büyük bir Türk bayrağı asıyordu gençler. Şehrin her yerinden koşup gelmişlerdi. Kimisi ilkokul arkadaşıydı Ramazan’ın, kimisi lise. Kimisi ise hiç tanımıyordu bile, bu vatan uğruna canını siper eden o yiğidi ama tanımak şart değildi ki. Canı pahasına milletini koruyan bu yiğide görevlerini yapmaya gelmişlerdi koşa koşa… Evlerinin hemen önünde, iki hurma ağacı vardı. Kardeşleri, o hurma ağaçlarının arasına, şehitlerinin çocukluğundan beri yanından hiç ayırmadığı bayrağı asıyorlardı. Her milli bayramda üşenmeden, yılmadan kendi elleriyle asardı bayrağı Ramazan. Askere giderken, üç kere öpüp başına koymuş, sonra da kardeşlerine emanet etmişti, “Bayramlarda unutmayın, asın mutlaka.” diye… Onlar da unutmazdı ya, Ramazan tembihlemeyi severdi yine de “O iki hurma ağacının arası boş kalırsa, benim de yüreğim boş kalır.” demişti giderken; kardeşleri onun yüreğini boş bırakmamaya kararlıydı… Borçka’nın gördüğü en kalabalık cenaze töreniydi bu. Anacığının ayaklarında derman kalmamış, bitkin izliyordu oğlunu uğurlamaya gelen kalabalığı. Genç, yaşlı, kadın, çoluk çocuk, hısım, akraba, eş dost herkes oradaydı. Ramazan’ın naaşı, eller üstünde, helallik almak için getirilmişti baba ocağına… Bir an, o kapıdan, çok değil birkaç ay önce vatani görevini yapmak üzere eller üstünde çıkarıldığı günü hatırladı annesi. Dualarla uğurlamışlardı oğullarını… Nasıl da cesur, onurlu, heybetliydi üniformasının içinde aslan yürekli oğlu. Nasıl da heyecanlıydı vatani görevini yapacağı için. Ailesi endişeliydi onun için, terör olayları yüzünden ama Ramazan, kanının son zerresine kadar, vatanı bölmek için fırsat kollayan teröristlere hesap sormaya kararlı bir şekilde çıkmıştı o kapıdan; korkusuz ca, yiğitçe. Bütün aile fertlerine tek tek sarılıp, öptükten sonra; “Bana bir şey olursa, başınızı dik tutun, asla öne eğmeyin. Sakın ağlayıp düşmanı sevindirmeyin. Ben şehit olursam inşaallah, bu onurlu rütbenin tesellisi hepinize ömür boyu yetecek. Bir Ramazan gider bin Ramazan gelir. Vatan sağolsun. Haydi, hakkınızı helal edin.” deyip gitmişti. Sanki vatani görevinin bitmesine altı ay kala, şehadet şerbetinden içeceğini hissetmiş gibi, onlara bir teselli olarak bırakmıştı bu sözleri. Geri dönecekti, biliyordu ama bu kez anasına, babasına, kardeşlerine koşarak değil, al bayrağına sarılmış olarak gelecekti… * O gün, 25 Ekim’de, Ramazan’ın anacığı, içinde bir sıkıntıyla uyanmıştı. Sabaha kadar dört dönmüştü yatakta. Bir gün önce oğlunun bulunduğu bölgeye yakın bir yerlerde şehit haberleri duyulmuştu. Kendi evladına nasıl üzülürse, onlara da öyle üzülmüştü. O saatten sonra da uyuyamamıştı. Annesi hasretti vatan nöbetindeki oğluna. Araması için bekledi bütün gün. Arayabilse o arayacaktı ama her zaman konuşamıyor lardı, yasaktı. Yine de bazen komutanları, terör bölgesinde oldukları için, çocuklara moral olsun diye, görüntülü konuşmalarına izin veriyorlardı. Kolay değildi canları pahasına vatan beklemek, stresi, yükü çok ağırdı. Endişeyle, dualar la bekledi oğlu arasın diye.Aslında hazırdı olabilecek her şeye. Evladının önce Allah’a sonra vatana ait olduğunu hissediyordu ama ana yüreği işte, laf dinlemiyordu.Bu arada, temizlik yaptı, hayvanları yemledi, yemek pişirdi, çöpleri döktü, suları doldurdu… Vakit bir türlü geçmiyor, geçmedikçe de sıkıntısı daha da büyüyordu. Her işi bittikten sonra, abdestini alıp, namazını kıldı. Her zamanki gibi teselliyi, kendine dost bildiği kitaplarında aradı. Açtığı ilk sayfada, bir mesaj verildi ona adeta… Ashabdan Hârise bin Sürâka’nın annesi, Bedir’de şehit düşen oğlunu sorduğunda, Hazreti Peygamberimizin, “Ey Hârise’nin annesi! Sana şanlı bir haber vereyim. Cennette birçok yüksek derece vardır. Oğlun muhakkak bunlardan Firdevsi Âlâ’ya erişti.” diye buyurduğu bölümdü bu. Bir an içi ferahladı kadıncağızın, tekrar tekrar okudu bu satırları ve o sırada beklediği telefon geldi. Oğlu arıyordu görüntülü olarak. O an bilmiyordu ikisi de o görüşme bittikten iki saat sonra şehadete erecekti Ramazan… Konuşmaya başladılar özlemle. Anacığı sıkıntısını belli etmedi ona. Moralini, sıhhatini sordu. Keyfi yerindeydi Ramazan’ın. “İyiyim ben anacığım” dedi, her zamanki neşeli haliyle. Derdini, sıkıntısını oldum olası belli etmezdi zaten Ramazan. Çocukluktan beri öyleydi. Bir eksiği, bir sıkıntısı olduğunda, annesi, babası üzülmesin, yorulmasın diye problemini kendi başına çözer, kimseye belli etmezdi derdini tasasını. Öyle kendine yeten, güçlü, kuvvetli bir çocuktu Ramazan… Konuyu kendinden uzaklaştırıp, “Sen iyi misin, bir ihtiyacınız var mı?” diye sordu anneciğine. Yüreği titredi anacığının. Oğlu, vatana hizmet ederken, gece gündüz uyumadan nöbet tutarken bile yine ailesini düşünüyordu. Çok düşkündü onlara Ramazan yumuşak huyu ve ağır başlılığıyla bütün ailenin dert ortağı, en büyük yardımcısıydı. Gözleri doldu anneciğinin; “İyiyiz” diyebildi sesi titreyerek, “Bizi düşünme sen.” Neden sonra aklına düştü, “Son çalıştığın lokantadaki patronuna, arkadaşlarına rastladım. Çok selamları var. Yerine birini almamışlar, seni bekliyorlarmış.” dedi. Ramazan’ın yüzü güldü “Allah Razı olsun hepsinden. Geleceğim, altı ay kaldı.” diye cevap verdi. Ramazan, çalışkanlığıyla, güler yüzüyle ve mertliğiyle herkes tarafından çok sevilen, sayılan bir delikanlıydı. Girdiği her işte, her ortamda kendisini kısa sürede kabul ettirirdi. Arkadaşlığa, dostluğa çok önem verirdi. Zaten o yüzden, askere gittiği günden beri eş, dost herkes, ondan haber almak için kapılarına geliyordu. Etrafındaki herkese bir yardımı dokunmuştu Ramazan’ın, öyle yüce gönüllü, vicdanlı, vefalı bir delikanlıydı. Gurur duyuyordu annesi onunla. Anacığıyla telefonda biraz daha özlem giderdikten sonra, göreve çağrıldı Ramazan. “Her kese selam söyle, en çok da kardeşlerime. Bayrağımıza iyi baksınlar.” dedi “Geldiğimde hurma ağaçlarının arasına beraber asacağız yine…” Sonra, kapattı telefonu. O an annesinin yüreğinde bir fırtına koptu. Nedendir anlayamadı, sanki oğlunu bir daha göremeyecek gibi bir ağırlık gelip çöktü üzerine. Gerçekten de o konuşmadan birkaç saat sonra, oğlu şehadete erecekti. Bir pusuya düşse bile, son nefesine kadar, düşmana teslim olmadan şehadet getirerek, hem milletini, hem de ailesini şereflendirerek veda edecekti bu dünyaya. * Cenazede, Ramazan’ın babası Begcan Bey, cenaze arabasından indirilen oğlunun bayrağa sarılı tabutuna sarılarak öptü. Gözünde yaşlar, elinde oğlunun son görevinde üzerinde olan parkası vardı… Bu sırada, şehidimizin mahallesine akın akın gelen binler, açtıkları dev Türk Bayrağının altından geçiriyorlardı Mehmetçiğin naaşını. Küçük kardeşi, gözü yaşlı, gururla peşinde yürüyordu abisinin. O da ileride, yaşı erince, vatan için mücadeleye hazırdı, gözünü bile kırpmadan hem de. Tıpkı ağabeyi Ramazan gibi. Cenaze aracının önünde, Ramazan’ın canı kadar sevdiği ağabeyi, kardeşinin fotoğrafını taşıyordu, yüzünde acı, öfke ama daha çok inançla! “Sen” diyordu kardeşinin fotoğrafına sımsıkı sarılmışken, “Göğsünü bu vatan için, bu millet için siper ettin, bundan sonra nöbet sırası bizim!” Bu sırada al bayrağı taşıyan gençler, “Her Türk Asker Doğar!” diye bağırıyordu, Aziz Şehidimizin naaşının arkasından yürürken. Bütün Borçka inliyordu; Çoruh’un sesini dahi bastırıyordu vatan için tek yumruk olmuş bu kalabalığın sesi…Milletin mukaddes değer leri için, canını Yüce Allah’a adayarak, binlerce, milyonlarca insanın gönlüne girmişti o gün Ramazan, bütün şehitlerimiz gibi. Onun da kanı, bayrağımızın al rengine karışmıştı… O, artık sadece Begcan Baba’nın değil, bütün bir milletin oğluydu. * Yüce Allah’ın, “Allah’a ve peygamberlerine (böyle) iman edenler var ya, işte onlar Rableri katında sıddıklar ve şehidler mertebesindedirler. Mükâfatları ve nurları (âhirette) onları beklemektedir. İnkâr edip âyetlerimizi yalan sayanlar ise cehennemliktirler.” (Hadid Suresi, 19. Ayet), buyurduğu gibi, şehitlerimiz her daim en büyük mükâfatlarla ödüllendirilecek ve Peygamber Efendimize komşu olacaktır. İşte, tarihi şan ve şerefle dolu olan Türk Milleti, vatan, ezan ve bayrak uğruna canını feda eden şehitlerin, bayrağımıza karışan kanı sayesinde ilelebet var olmaya devam edecektir.Bu ülkenin birlik ve beraberliğinin devamı için canlarını feda eden aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabır diliyoruz. Milletimizin başı sağ olsun!