Metin SURER
1971-1996
Şehir: Hatay
Doğum Yılı: 30.03.1971
Şehadet Yeri ve Tarihi: Adana, 25.10.1996
Görevi: Kara Pilot YüzbaşıPolis

Öğle vakti, Habibi Neccar Camiinden duyulan ezan sesi, semai bir ahenkle Hatay’ın binlerce yıllık sokaklarında yankılanırken, Metin, namazını kılmış eve doğru yürüyordu. Ezan sesine, umutların ruhta uyanışı gibi tomurcuklanmaya başlayan ıhlamur ağaçlarının kokuları eşlik ediyordu her yaz başında olduğu gibi. Müezzinin o güzel sesini, kulaklarında değil, damarlarında duyuyordu sanki Metin.Halinde, milletine hizmet etmiş ve görevini layıkıyla tamamlamış bir insanın huzuru ve gururu vardı. Hayatında yeni bir devir başlıyordu, bunu kanının her damlasında hissediyordu. Polis memuruydu Metin. Bir süredir Adana’da görev yapıyordu ama izinli olarak memleketi Hatay’a gelmişti. Doğma büyüme buralıydı. “İnsan yaşadığı şehre benzer” derler ya, gerçekten Metin de hoşgörü, kardeşlik, birlik ve beraberlik içinde yaşanan bu şehre benziyordu tıpkı. Çok güzel bir kalbi ve vicdanı vardı. Kendi için istediğini, başkası için de isterdi. Cömertti, tıpkı Hatay’ın bereketli topraklarını kimseden esirgememesi gibi o da kendisine ait olanı paylaşmayı sever, düşküne, muhtaca yardım eli uzatırdı her daim. Haksızlıklar karşısında sessiz kalmaz, dostunu, ailesini müdafaa etmek için kendisini feda ederdi. Herkesi bağrına basar, din, dil, ırk ayırt etmeksizin sevgiyle dolup taşan gönlünü açardı. İstiyordu ki memleketinin her yerinde barış rüzgarları essin, binlerce yıldır olduğu gibi bütün kültürler bir arada yaşamaya devam etsin… O yüzden polis olmuştu zaten, insanların huzur ve barış içinde yaşamalarına bir katkısı olsun diye… Mesleğini çok seviyordu Metin. Göreve başlayalı bir buçuk seneden fazla olmuştu ama ilk günkü heyecan ve azimle çalışmaya devam ediyordu. Vatan ve bayrak aşkıyla yetişmiş, küçük yaşından beri ülkesine hizmet etmeyi kafasına koymuş bir yiğitti o. Memleketinin taşına, toprağına aşıktı. Onun bölünmez bütünlüğünün ve bekasının bekçisiydi. Güçlü bir yaradılışı vardı Metin’in. Cesurdu, korkusuzdu. Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz.” dediği ve geri almak için bütün varlığını ortaya koyduğu Hatay’da doğup büyümüştü ne de olsa. Vatan toprağına sahip çıkmanın ne demek olduğunu iyi bilirdi. O yüzden gece gündüz demeden çalışıyor, her göreve büyük bir özveriyle atılıyordu. İşine olduğu kadar ailesine de çok bağlıydı Metin. Annesi ve babası, onunla övünüyorlar dı. İnsan nasıl övünmezdi ki bu inancı sağlam, ahlâkı güzel ve merhametli evlatla zaten… Bir de polis olmaya karar verdiğini söylediğinde göğüsleri hepten kabarmış, evlatları adına çok sevinmişlerdi. Metin, polislik sınavlarına girdikten sonra ellerini öpmeye geldiğinde, “Hem size, hem de bu millete vefa borcumu ancak bu şekilde ödeyebilirim.” demişti. Anneciğinin ve babacığının gözleri dolmuş, bir kere daha gönenmişlerdi evlatlarının başarıları ve kararlılığıyla. Zaten hiçbir zaman başlarını öne eğmemişti oğulları. Doğruluktan hiç ayrılmamıştı, bundan sonra da öyle olacaktı… Evliydi Metin. En büyük desteğiydi karısı Ayşe. Polislik sınavlarına hazırlanırken hep yanındaydı. Kazandığında da en az onun kadar sevinmişti, çünkü Metin’in en büyük hayalinin polislik olduğunu biliyordu ama bir hayali daha vardı eşinin. Oda baba olmak. Artık bunu gerçekleştirme vakitleri gelmişti.Metin, disiplini ve işine olan tutkusuyla, teşkilatta kısa sürede kendini kabul ettirmiş, aranılan bir polis memuru haline gelmişti, artık bir evlat sahibi olabilirlerdi ama bununla birlikte sonzamanlarda iç dünyasıyla ilgili tuhaf bir hisse kapılmıştı. Kendine bile tarif edemiyordu ne olduğunu, bütün ruhunu kuşatıyordu bu maneviyat sanki. Küçüklüğünden beri şehadet makamına erecek kişilerin önceden bunu hissettiklerini duyardı Metin. Şimdi o da bunu hissediyordu. Hatta ne zaman gerçekleşeceğini dahi biliyor gibiydi. “25 Ekim” diye geçiyordu aklından. Bir gün arkadaşlarına da söylemişti bu tarihi. “Bir kenara yazın.”demişti. Onlar konduramamışlar dı ama Metin, bunun gerçekleşeceğini yürekten hissediyordu.O yüzden ailesine de anlatmak istiyordu bir an önce. Sevdikleri, bu habere kendilerini hazırlasınlar diye. Bu amaçla, ilk fırsatta Adana’dan Hatay’a gitmişti izinli olarak. Yüz yüze söylemek istiyordu içinden geçenleri… * Habibi Neccar Camiinden çıktıktan sonra, onu emek emek büyüten, yetiştiren annesi ve babasını ziyaret etmişti önce. Lafa nasıl gireceğini bir türlü bilemiyordu. Böyle bir his nasıl anlatılabilirdi ki… Düşünmüş, taşınmış, kelimeleri evirmiş, çevirmişti ama bir türlü olmuyordu. Dili tutulmuş gibiydi. Annesi, sanki onun ne diyeceğini anlamış gibi yüzüne bakmış, söyleyeceklerini kolaylaştırmak için şefkatle, “Söyle oğlum.” demişti, “İçinden ne geçiyorsa anlat. Biz senin annenle babanız, canının parçasıyız. Çekinme de söyle.” Metin, minnetle bakmıştı kadıncağıza. Yine anlamıştı onun yüreğinden geçenleri cefakâr annesi… Elini tutmuş, öpmüş, koklamış, sonra lafa girmişti… “Şehadetime doğru yürüdüğüm içime doğuyor anacığım.” demişti, “25 Ekim’de haberimi alırsınız…” Annesi ve babası ne diyeceğini bilememiş, adeta nefesleri kesilmiş, Metin’i dinliyorlardı. Şimdi dillerinin tutulma sırası onlardaydı. İkisinin de ağzından tek kelime çıkmıyordu. Metin annesiyle babasını üzdüğünün farkındaydı, o yüzden rahatlatmak için “Sakın ağlamayın benim için, gurur duyun sadece…” demişti. Babası, sonunda dilindeki bağı çözüp, “Bunu bilemezsin evlat.” demişti, “Allah bilir sadece…” Öyleydi elbet… Metin de biliyordu bunu ama Yüce Rabbinin onun için şehadeti yazdığını düşünmeden de edemiyordu. Metin için annesi ve babasına bunları anlatmak kolay olmamıştı ama en zoru yüreğinin parçası, gözünün nuru eşi Ayşe’ye dile getirmekti. Ayşe’nin yanına oturup, onu ne kadar sevdiğini ve bir çocukları olmasını çok istediğini söyleyecek, sonra içindeki duygulardan ve şehit olacağı düşüncesinden bahsedecekti ama yapamamıştı. Çünkü Ayşe, ondan önce davranıp, Metin’e müjdeli bir haber ver mişti; bir çocukları olacaktı.Bunu duyunca Metin’in yüreği, sevinçten, heyecandan yerinden fırlayacak gibi çarpmıştı. İki hayali vardı bu hayatta; biri, evlat sahibi olmak diğeri bir gün, vakti geldiğinde Peygamberine komşu gidebilmekti… Şimdi ikisi de gerçekleşiyordu… * Günler günleri kovalamış, Metin izinden dönmüş, Adana Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ndeki görevinin başına geçmişti yine. Ekim ayının sonları olmasına rağmen Adana’da hava henüz serinlememişti, güneş hâlâ insanın içini ısıtıyordu. Fakat o gün, işe gelirken bir hal vardı üzerinde Metin’in. Her zamankinden daha istekli ve daha heyecanlıydı. Sanki Adana’nın hiç sönmeyen güneşi, onun içine doğmuştu bu sabah. Öyle aydınlık, öyle sıcak bir hissiyatla uyanmıştı. Kalkmış, traşını olmuş, abdestini almıştı. Namazını kılarken, hayatı seferlerde geçen Alparslan’ın, Malazgirt zaferi öncesi beyaz bir kefenle askerlerin önüne çıkıp, “Ya muzaffer olur gayeme ulaşırım, ya şehit olarak cennete giderim.” demesi gibi, bir anda secde sırasında kendini beyaz bir kefen içinde görür gibi olmuştu.Hissediyordu, vakit yaklaşıyordu… Görev yerine geldiğinde de içindeki heyecan dinmemişti. Sanki Firdevs Cennetine gideceğini hisseder gibi derin bir huzur hissediyordu iliklerine kadar. Bu hisler içinde kavrulurken, müdürlüğün nizamiyesinde sivildi, uzaktan hamile gibi görünüyordu. Aklına eşi gelmişti, içi bir an ısınmıştı. Ayşe’yi ve doğacak çocuklarını düşünmüştü. Acaba erkek mi olacaktı, kız mı? Ayşe erkek olsun istiyordu, “Senin gibi, mert, yürekli, vicdanlı bir erkek olsun.” diyordu hep ama Metin için erkek ya da kız olması fark etmezdi, sağlıklı olsun yeterdi ona. Bunları düşünürken, kadının hareketlerinde bir tuhaflık olduğunu sezmişti Metin. Yalpalıyor du sanki… Önce hamile olduğu için kadının fenalaştığını, yardıma ihtiyacı olduğunu düşündü. Yine merhametli ve koruyucu tarafı harekete geçmişti. Kadına yardım etmek için hamle yapmıştı. Adım adım ona yaklaşırken, aslında hamile olmadığını fark etti. Üzerinde, Adana’nın sıcağına hiç de uygun olmayan bir kaban vardı. Kadın, saldırılarına yenisini eklemeyi amaçlayan terör örgütünün bir üyesiydi. O dakikadan sonra Metin için her şey çok hızlı gelişmişti. Bu saldırı gerçekleşirse çok büyük kayıplar verileceğini biliyordu. İnsanların yuvasız, çocukların anasız, babasız kalmasına izin veremezdi. Her zamanki fedakâr yapısı ve tüm cesaretiyle teröristin bir hamle yapmasına izin vermeden onun üzerine atılmış, nizamiyeden içeri girmesini engellemişti. Ne var ki bunu yaptığı sırada terörist de fitili çekip, bombayı infilak ettirmişti. Büyük bir patlamanın ardından, ortalık savaş alanına dönmüştü. Çığlıklar, bağırışlar arasında Metin, şehadet şerbetinden tatmıştı. Ailesine dediği gibi, takvimler tam da 25 Ekim’i gösteriyordu. *Polis Memuru Metin Surer’in bu hayatta iki hayali vardı. Biri, Peygamber Efendimize komşu olmaktı, diğeri ise baba olmak… İkisi de arka arkaya gerçekleşmişti. Belki oğlunu görememiş, onun doğumuna şahit olamamış, kucağına alamamıştı ama oğlu, doğduğu günden beri her nefesinde, her adımında babasının ismini işiterek ve onu tanıyarak büyüdü. Annesi, oğluna babasının adını verdi; Metin… Onun gibi yiğit ve kahraman bir evlat olsun, vatanına hizmet etsin diye. Metin de babası gibi cesur ve korkusuz oldu! Babası gibi, doğruluktan ayrılmaya da hiç niyeti yok! Üniversitede hukuk okumasının nedeni de bu. Bir Ağır Ceza Hakimi olmak ve yüzyıllardır barış içinde yaşayan bu milleti bölmeye çalışanlara cezalarını vermek istiyor şimdi. Babasını ve bütün şehitlerimizi onurlandırmak için. Vatanı ve milleti uğruna canını feda eden Şehit Polis Memuru Metin Surer ve onun gibi görevleri başında son nefeslerini veren tüm şehitlerimize Allah’tan rahmet yakınlarına ve milletimize baş sağlığı diliyoruz. Mekanları cennet, ruhları şad olsun…