Gece, Şırnak Beytüşşebap’ın tepeliklerinde insanı ısıran bir soğuk vardı. Piyade Uzman Çavuş Erdoğan Sönmez, görevinin başındaydı yine. Karanlıktı her yer, pür dikkat etrafına bakıyordu nöbetini tutarken. Bu sırada ileride hareketsizce bekleyen gölgeleri fark etti. “Teröristler.” diye düşündü. Erdoğan, kendini gizleyerek, cesur ama bir o kadar da sessiz adımlarla ilerledi gölgelere doğru. Bir hamle yapmadan önce iyice emin olmalıydı ne gördüğünden. Tedbirli bir şekilde karanlığa doğru yürüdü. İyice yaklaştığında kalbi hızla çarpıyordu ama korkudan değil, vatanını korumanın verdiği heyecandandı bu. Gölgelere yaklaştıkça silahını kavradı, karargâha haber verecek, yardım isteyecek vakit yoktu. Kendi halledecekti. Silahını hedefine doğrulttuğu sırada neye uğradığını şaşırdı; çünkü karşısındakiler teröristler değil, kendisi gibi nöbet tutan Mehmetçiklerdi. Erdoğan, “Nasıl olur?” diye düşündü. Kendi nöbet yeriydi o nokta, hem bu askerleri tanımıyordu. Yaklaştı, birkaç kelime etmek istedi ama Mehmetçikler sadece “Sessiz ol.” der gibi parmaklarını dudaklarına götürdüler. Erdoğan o an, daha kısa pantolonlu bir çocukken dedesinin anlattığı bir hikâyeyi anımsadı. Köylerinden yiğit bir Mehmetçik, şehadete erdiği yerde her gece görünmeye devam ediyormuş. Sırrını çözememişler önce. Sorup soruşturmuşlar… Kimse ne olduğunu anlamamış. Sonra köylerinden gelip geçen ak sakallı bir derviş anlatmış işin sırrını; “Ölen ve cennetteki makamını gören hiçbir Adem dünyaya geri dönmek istemez.” demiş “Bir tek şehitler geri dönmek ister.”Dedesini merakla dinleyen Erdoğan, “Neden?” diye sormuştu hikâyeyi bölerek. Dedesi devam etmişti; “Köy halkı da aynen senin gibi sormuş, neden diye?” Derviş de cevaben “Şehitliği bir daha tatmak için.” demiş. Erdoğan, anlamıştı. Gördüğü Mehmetçikler, dedesinin hikâyesindeki gibi yeniden şehit olmak için dünyaya dönmek isteyen şehitlerdi. Erdoğan, nöbeti bitip de birliğine gelince babası İlyas Beyi aramıştı hemen heyecanla. Onun sesini duymak, gördüklerini anlatmak istemişti ama sonra vazgeçmişti. Uzaktalardı ne de olsa; üzülür, korkar, oğlu için endişelenip uyuyamaz diye şimdilik bir şey söylememeye karar verdi. Vakti gelince anlatacaktı… İlyas Bey bütün çocuklarına olduğu gibi Erdoğan’a da çok düşkündü; üzerlerine titrerdi hepsinin. Yıllar önce memleketi Van’dan Antalya’ya göç etmişti ailesiyle birlikte; sırf çocukları daha iyi eğitim alsınlar diye. Yeni şehir, yeni şartlar zorlayıcıydı tabii ama çocukları için herşeyi göze almıştı. Neticede baba olmak da bunu gerektirir di; çocukları vatana hayırlı evlat lar olsun, onlar da günün birin de kendi ailelerini kursun diye her şeye göğüs germek, tüm zorluklar karşısında dimdik durmak babalığın şanındandı. İlyas Beyin büyük oğlu Erdoğan da tıpkı babası gibiydi; ailesi ve vatanı onun için her şeyden önce gelirdi. Babasının kendisi ve kardeşleri için nasıl çabaladığını gördükçe hem babasıyla gurur duyuyor hem de ona yardım edemediği için kendisine kızıyordu. Bir akşam demir doğrama işinden eve geç vakit dönmüştü İlyas Bey. Uyumaya çalıştı ama olmadı; gözleri ağrıyordu yine. Kaynak yapmaktan hasar almıştı iyice gözleri, bazen söküp atacak kadar canı yanıyordu… O sırada Erdoğan, kimseyi uyandırmamak için parmaklarının ucuna basa basa babasının yanına gelmişti. İlyas Bey, gözleri ne kadar acısa da oğlunu üzmemek için belli etmemeye çalışmıştı halini. Erdoğan, babasının çalışmaktan nasır tutmuş ellerini almış avuçlarına, “Sana söz baba, hele bir çalışmaya başlayayım, bu kadar yorulmana izin vermeyeceğim.” demişti. “Gözlerin de hiç ağrımayacak o zaman…” İlyas Bey öyle duygulanmış, öyle gururlanmıştı ki, gözünden bu sefer acıdan değil mutluluktan bir damla yaş akmıştı… Erdoğan, anacığını da en az babası kadar el üstünde tutardı. Yüreği el vermezdi annesinin yorulmasına, her işine yardım eder di. Annesi için, ailesi için hep en iyisi olsun diye uğraşırdı. O yüzden okuyup örnek bir vatandaş olmayı, vatanını savunmayı kafasına koymuştu. Askerliğini bitirdikten sonra hukuk okumaya karar vermişti Erdoğan. Avukat olup adaletin meşalesini taşıyacaktı. Haksızlıklara karşı savaşacak, doğrunun yanında yer alacak, iyilerin kazanmasını sağlayacaktı. Büyük bir hevesle başlamıştı okuluna ama babasının zorlandığının da farkındaydı; adamcağız belli etmek istemese de Erdoğan anlıyordu. Hem kendisinin hem de kardeşlerinin eğitim masrafları, evin kirası, alışverişi derken İlyas Beyin demir doğramacılıktan kazandığı para ucu ucuna yetiyordu ancak. Erdoğan, daha fazla yormak istemiyordu onu; hem çocukken bir söz vermişti, babasına yardım edecekti. Artık çalışmalıy dı. Uzman Çavuşluk sınavlarına girmeye karar verdi. Ne de olsa onun bu dünyada iki aşkı vardı; biri vatan, biri ailesi. Bundan sonra hem vatan topraklarını savunacaktı hem de ailesini maddi anlamda rahatlatacaktı. Annesi Erdoğan’ın okulunu bitirip avukat olmasını istiyordu; “Hani avukat olacaktın oğlum, hani cübbeni geçirip sırtına, adaleti savunacaktın?” demişti üzüntüyle. Erdoğan ise kararlı, “Bu ülkede adaletin devam edebilmesi için, önce vatanımı savunmalıyım anne.” demişti. İlyas Bey oğlunun bu cevabı üzerine dayanamayıp yerinden kalkmış, gururla sarılmıştı evladına; adalet meşalesi Erdoğan’ın yüreğinde çoktan alev alev yanmaya başlamıştı. En iyi adalet, insanın kendi vicdanıdır derler ya, Erdoğan da vicdanının sesine kulak vermiş ve vatan görevinin başına geçmişti. Tekirdağ, Hayrabolu’daydı birliği. Büyük bir hevesle gitti görev yerine. Ay yıldızlı üniformasını gururla giydi üzerine. Piyade Uzman Çavuş olarak şerefli görevine başladı. Önce vatanı, sonra ailesi geliyordu onun için. Koca yüreğinde her ikisi için de yer vardı ve her şeyi göze almıştı. Bu hayatta ikisini de canı pahasına korumaya yemin etmişti. Daha sonra görev için Şırnak, Beytüşşebap’a gitmesi gerekti. Burada vatanını düşmana karşı savunurken ailesine de elinden gelen yardımı fazlasıyla yapmaya çalışıyordu. Maaşını almaya başlar başlamaz öğretmen olmak isteyen kız kardeşinin okul masraflarını üstlenmişti; çok iyi bir öğretmen olacaktı, bundan adı gibi emindi. Erdoğan, şehadetinden bir gün önce son kez arayıp annesi ve babasıyla konuşmuştu telefonda. “Geleceğim yanınıza” demişti, bir süre havadan sudan laflamışlar, “Bir ihtiyacınız varsa göndereyim” demişti. “Kardeşlerime kontör gönderdim, size de yollayayım mı?” diye sormuştu. Her zamankinden daha farklı geliyordu sesi Erdoğan’ın, sanki bir olgunluk gelmişti üzerine… Kapatmadan evvel, “Baba,” demişti “Geçen gece anlatamadım, vakti şimdiymiş.” İlyas Bey merakla “Hayırdır oğlum? Sağlığın yerinde değil mi?” diye sormuştu. Erdoğan, “Sağlığım iyi baba, korkma.” demişti. Babası “çok şükür” deyip rahatlamıştı. Sonra devam etmişti Erdoğan, “Geçen gece nöbette, şehitlik mertebesine ermiş kardeşlerimi gördüm…” İlyas Beyin yüreği cız etmiş ama belli etmemişti, sesinin titremesini engellemeye çalışarak “Mekanları cennet olmuş demek ki” diyebilmişti sadece. Erdoğan da “Öyle… Ne mutlu onlara.” diye onaylamıştı babasını, sonra bir an durup, “Bana da nasip olur inşallah.” deyip biraz daha konuştuktan sonra telefonu kapatmıştı. İlyas Bey kalbinde bir sızı hissetmişti. Oğluna duyduğu özlemine yormuştu bu sızıyı ama ne kadar dillendirmekten kaçında yüreğinin ta derinlerinde hissediyordu. Erdoğan’ın şehadet zamanı yaklaşmıştı. *Erdoğan, görevinin başında, yine pür dikkat etrafı kolaçan ediyordu. Derken sesler duyuldu uzaktan, terör örgütü birliğe saldırı düzenlemişti. Erdoğan’ın kalbi yine hızlandı; işte vakit gelmişti, birkaç gün önce nöbette gördüğü Şehit Mehmetçiklerin intikamı alınacak, vatan sonuna kadar savunulacaktı. Teröristler her yönden saldırıya başlamış, sökün ediyor, şanlı ordumuz düşmana günlerini göstermek için canları pahasına çatışıyordu. Erdoğan da hedefine kilitlenmiş, kendini bilmezlere ateş ederken uçaksavarın başındaki arkadaşının şehadete erdiğini fark etmişti; iman gücüyle yerden aldığı yedi silahı omzuna atıp; hızla uçaksavarın başına geçmiş, sağdan soldan saldıran teröristlere karşı yiğitçe mücadele etmeye başlamıştı. Dört bir yandan kurşunlar yağıyordu. Erdoğan, Şanlı Türk Ordusu’na yaraşır bir şekilde mücadelesini yapmış fakat kendisi de birkaç yerinden yaralanmıştı. O yaralar değil de en çok ailesini bir kez daha göremeyecek olmak acıtmıştı Erdoğan’ın canını. Kardeşlerinin yanağını bir daha okşayamamak, anacığının ellerini bir daha öpememek, babasının yüzüne bir kez daha bakamamak… Ne olursa olsun pes etmek yoktu; bu bir vatan mücadelesiydi. Başladığı işi bitirmek, boynunun borcuydu; “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” diye bağırdı. Son bir kez daha bastı tetiğe. Sonra korkunç bir şey oldu; teröristlerin attığı el bombası, Piyade Uzman Çavuş Erdoğan Sönmez’e denk geldi. Yiğit askerimiz şehadet mertebesine ulaştığında, uçaksavarın üzerine yığılmıştı ve uçaksavar ateş etmeye de vam ediyordu …* İlyas Bey, oğlunun görev yeri olan Hayrabolu’ya gitmek üzere yola çıkmıştı. Oğlu şehadet şerbetinden içeli on beş gün olmuştu; eşyalarını teslim almak için gidiyordu. Afyon’da mola verdiğinde, bir dede, yolun kalanında kendisiyle gelmek istemiş, İlyas Bey “Bu da Rabbimin bir misafiridir” diyerek arabasına buyur etmişti. Biraz ilerledikten sonra bir kaza tehlikesi atlatmışlar, neyse ki burunları bile kanamadan kurtulmuşlardı. Bu olayın üzerine gece olup da yatağına yattığında oğlu Erdoğan rüyasına girmiş ve babasını arabayı daha dikkatli kullanması konusunda uyarmıştı. Fedakâr evlatları Erdoğan, vatanını yarı yolda bırakmadığı gibi babacığını da yarı yolda bırakmamıştı. Bir tek babasını da değil, bütün ailesini… Annesi bir gün evdeki çöpü atmak için dışarı çıkmış, elindeki poşetlerle beraber evin anahtarını da dalgınlıkla çöpe atmıştı. Ocakta kaynayan yemek yanacak, evde yangın çıkacak korkusuyla telaşa kapılan kadıncağız her yerde anahtarınıararken onun telaşını gören tanımadığı bir delikanlı, “Ya Allah Ya Bismillah” deyip sanki eliyle koymuş gibi anahtarı çöpün içinden bulup çıkartmıştı. Kadın Hızır gibi yetişen bu delikanlı kim diye düşünürken eve girmiş ve oğlunun “Anne şehitlerin eve geldiğini kimseye söyleme olur mu?’’ diye sesini işitmişti gaipten. *Aziz şehidimiz Piyade Uzman Çavuş Erdoğan Sönmez gibi; ezanımızı ve bayrağımızı canından üstün tutarak, ülkemizde barışın ve huzurun devam etmesi için şanlı bir tarih yazan kahraman askerlerimizi rahmet ve minnetle anıyoruz. Ruhları şad, mekânları cennet olsun.