Gülhanım Anne, o gece de abdestini almış, namazını kılmış, üzerinde kar gibi beyaz geceliği ve başında tertemiz sabun kokan, kenarı oyalı yazmasıyla, Yasini Şerif okuyordu. Oğlu içindi okuduğu bütün dualar yine. Helikopter pilotu olan oğlu Albay Dilaver Karsavuranoğlu, son çıktığı görevden de sağ salim dönebilsin diyeydi… Gülhanım Teyze, evladı askerlikten albay olarak emekli oldu diye tam rahat edecekken, bu defa da emniyete girmiş, sözleşmeli helikopter pilotu olarak çalışmaya başlamıştı. Zordu asker anası olmak, kaç yaşında olursa olsun, içi içini yiyordu her gece. Başını yastığa huzurla koyamıyordu bir türlü. Hangi asker annesinin içi rahattı ki zaten? Hangi asker annesi başını yastığa koyar koymaz uyuyabilirdi ki? Oğluyla beraber nöbet tutmuştu yıllarca. Evladı kışlasında, Gülhanım Anne nohut oda bakla sofa evlerinde. Hamdolsun, övünüyordu oğlunun başarılarıyla ama bir o kadar da korkuyordu, onu bir daha göremeyecek olmaktan… Gülhanım Anne, bütün çocuklarına çok düşkündü ya, Dilaver’i bir başkaydı… İçi titrerdi ona çocukluğundan beri. Sanki kendinden önce bu hayattan göçüp gideceğini hisseder gibi, doyamazdı gül kokusuna, ay gibi parlayan yüzünü görmeye. Çok güzel bir çocuktu, çok temiz kalpli… Paraya, pula kıymet vermez, fazlasını hiç istemezdi. Bir gün bile kırmamıştı anacığını, bir gün bile başını yere eğmemişti. Azla yetinir, çoğu aramaz, kendisi ve kardeşleri için çabalayıp duran anneciğini hiç üzmezdi. Yürekli bir delikanlıydı. Aklı fikri asker olmakta, vatanı korumaktaydı. Daha küçücükken karar vermişti buna. Çalışıp, çabalayıp, Harp Oklunu kazanmıştı. Gülhanım Anne, beş liraya işlediği dantellerin parasını, otobüse bile binmeyip evladına yollayarak okutmuştu çocuğunu yaban ellerde. Dilaver de bunların karşılığını, Harp Okulundan başarıyla mezun olarak vermişti anacığına. Bir an önce hem devletine hem de annesine borcunu ödemek istiyor du artık. Ödeyecekti de… Çünkü, çakı gibi bir subaydı artık o. *Askerlik kolay meslek değildi. Yeri yurdu yoktu asker olanın. Bir gün bir şehirdeydi, bir bakmışsın tayin olmuş, başka şehirde bulmuş kendini… Ailesini, çocuklarını geride bırakır, günlerce, haftalarca operasyona gider, geri dönüp dönemeyeceğini bilemezdi asker. Dağdaki her gün, son günü gibiydi, her nefesi son nefes gibi. Kör kurşunun nereden çıkıp da kime değeceği bilinmezdi. Kök salamazdı bir yere, diktiği bir ağacın büyümesini izleyemezdi. Şair Ziya Gökalp’in “Elimde tüfenk, gönlümde iman, Dileğim iki: Din ile vatan…” dediği gibi; Dilaver’in de iki dileği vardı sadece; din ile vatan! Tüm Türkiye onun yurduydu. Vatanını gezdikçe, toprağını, insanını tanıdıkça, daha da sevmişti ülkesini. Değil vatanına, bir tek taşına bile el uzatan olursa karşısında onu bulacaktı. Çok cesaretli, gözü kara bir yiğitti. Korkusuzdu. Her türlü güçlüğün içinden dimdik çıkmayı bilirdi. Siirt’te görev yaptı; Hakkari’de, Mardin’de… Vatan savunmasının en ön hattındaydı hep. Bu onu çok mutlu ediyordu. Vatanı savunmaktan daha kutsal, daha onurlu ne olabilirdi ki? Vatanı dışında bir tutkusu daha vardı Dilaver Karsavuranoğlu’nun; gökyüzü. Küçük yaşlardan beri helikopter pilotu olmayı kafasına koymuştu. Atamızın dediği gibi, istikbal göklerdeydi. Onun gözü de göklerde, o uçsuz bucaksız bulut ve yıldız ormanındaydı. Vatana sadece karada hizmet edilmezdi ne de olsa. Havada, denizde, vatan her yerdeydi. Soluduğumuz havadaydı vatan, içtiğimiz suda… Çok çalıştı ve yine başardı. O avucunun içi gibi bildiği dağların, ovaların üzerinde uçmaya başladı nihayet. Şabanözülü Dilaver Karsavuranoğlu, artık göklerin hâ kimiydi. Düşmana göz açtırmıyor du. Kaç kişiye nasip olmuştu, hem dağların aslanı hem de göklerin kartalı olmak? Başarılarıyla, gururu oldu hem Gülhanım Teyzenin hem de bütün Şabanözü’nün. Bu arada evlendi, iki yiğidin babası oldu. Bir oğlunun adını Onur koydu, kendisi gibi onurlu olsun, namerde boyun eğmesin diye. Diğer oğlunun adını ise Barış koydu; bütün askerlerin, en büyük özleminin adını… Canından çok sevdiği vatanında kan akmasın, analar ağlamasın diye… Seven, sevilen bir eş oldu; seven ve sevilen bir baba… Ailesine çok düşkün, gölgesi bile yeten babalardandı o. Başta çocukları olmak üzere, herkesi koruyup, kollardı. Kimsenin canı yansın istemezdi. Herkesi çelik kanatlarının altına alır, sevdiklerine hem kalkan hem de siper olurdu. Askerleri için de durum aynıydı… Bir ağabey, bir baba şefkatiyle yaklaşırdı onlara. Onları da koruyup kollar, kucak açardı. Canları ona emanetti Mehmetçiklerin. Kendi canından çok düşünürdü onlarınkini. Bir askerinin burnunun kanamasındansa canını vermeyi yeğlerdi. Dağ gibi bir adamdı hâsılı kelam; o heybetli gölgesinin altında da milleti, annesi, kardeşleri, eşi, çocukları ve askerleri vardı… * Bir gün bir haber gelmişti; “Tunceli’nin sarp kayalıklarında çatışma çıktı. Yaralı bir asker var” diye. Sadece helikopterle ulaşılabilirdi. “Ben gideceğim.” dedi Dilaver Albay. “Olmaz.” dediler. Hava uçuşa müsait değildi. Ayrıca çatışma devam ediyordu. Çok tehlikeliydi ama o risk almaktan hiç çekinmezdi ki. Hiçbir tehlike onu yolundan çeviremezdi, hele bir askerin hayatı söz konusuysa… O çocuğu, çatışmanın ortasında yaralı bırakmayacaktı! Vaz geçmeyecekti vatanı uğruna yaralanmış o kumrudan! Kimseyi dinlemedi, inatçıydı; “Gideceğim” dedi. Gitti de… Ateşin içinden, bir ejder gibi geçti, çocuğu aldı.Kurtardı. Daha nice canlar kurtardı Albay Dilaver, kaç yere yetişti, kaç ocağın ateşinin sönmesine engel oldu kim bilir, saymakla bitmez! İlaç taşıdı, mühimmat taşıdı, asker taşıdı, yaralı taşıdı, gıda taşıdı. Yeri geldi, yaralı kardeşlerini sırtında hastaneye taşıdı. Vatan savunması için ne lazımsa fazlasını yaptı. Ve nihayet, yıllar onun kahramanlık hanesine her gün bir artı daha yazarak geçti gitti. Gün geldi, emekli oldu, albay rütbesiyle. Yıllarca hem kendisini hem ailesini, hem de vatanını onurlandırmıştı. Annesi, ailesi, kardeşleri derin bir “oh” çektiler. Artık rahat edebilirlerdi. Fakat Dilaver Albayın içi rahat etmiyor du. Emekli olmuştu ama vatan savunmasından emekli olunur muydu hiç? Hele onun gibi, envai çeşit helikopter kullanmış, kilometrelerce aralıksız uçmuş, sisleri, fırtınaları korkusuzca yarıp geçmiş yürekli ve cevval bir pilotsan, olunmazdı elbet! Bu memleket için daha yapacak çok şeyi vardı… Devlet de böyle düşünüyordu ki, bir gün, o beklediği telefon emniyetten geldi. Ordu bünyesinde vatana ve millete onca katkı sağlayan Dilaver Albayı şimdi de Emniyet’e istiyorlardı. Vatana hizmete dur durak yoktu. Kurtaracak daha çok can, had bildirecek daha çok düşman vardı. Tereddütsüz kabul etti Dilaver Albay. Etti ya, anacığının bir an için ferahlayan yüreğine yine bir ateş düştü, “Gitme oğlum, sen üstüne düşeni yaptın.” dedi ama o yine bildiği yoldan giderek şöyle dedi, “Vatan savunmasından emekli olunmaz anne. Ben o helikopteri söküp geri takarım. Sen hiç korkma, benim ilk geleceğim yer yine senin yanın.” * O gün, 18 Nisan 2017 günü, Gülhanım Teyzeye bir haller oldu. Kendisi öyle anlatmıştı sonradan… Ne yemek yiyebildi, ne su içebildi. Ağzını bıçak açmadı. Televizyonun karşısında oturdu durdu bütün gün. Sanki oğlundan bir haber gelecek gibi…Sahiden de çok geçmeden geldi o haber. “Tunceli’de helikopter düştü” diye bir alt yazı geçti televizyonda. Gülhanım Teyze, zor gören gözlerine rağmen, okumuştu bu yazıyı tek seferde, “Oğlum! Oğlum gitti!” diye bağırmaya, dizlerini dövmeye başladı. Helikopter Diyarbakır’dan kalkmıştı, ana yüreği anlamıştı, oğluydu o helikopteri uçuran. Diyarbakır Emniyetinde çalışıyordu Dilaver Albay da. Hissediyordu Gülhanım Anne, bu defa kırılmıştı oğlunun o çelikten kanatları… Gülhanım Anne, duramıyor du yerinde. “Gidelim.” dedi oğlu Bülent’e; “Gidelim öğrenelim.” Telefondan bir şey öğrenemiyorlardı çünkü. Diyarbakır’a gidecek, kendi gözleriyle göreceklerdi gerçeği… Beraber fırladılar evden. Gülhanım Annenin yüreği öyle ağrıyordu ki, nefes aldırmıyordu. Yolda giderlerken, trafik ekipleri durdurdu onları. Resmi bir araca aktarıldılar. Ne olduğunu anlamadılar, daha doğrusu anladılar da anlamak istemediler. Derhal Havacılık Daire Başkanlığına götürüldüler ve orada, Dilaver Albayın şehadet haberini verdiler… Her yer karardı o an, zaman durdu, yürek durdu… Gülhanım Anne, kendini yere bıraktı. Onun oğlu, yiğit oğlu, cesur ve kahraman asker Albay Pilot Dilaver Karsavuranoğlu, o çok sevdiği gökyüzüne, o yıldız ormanına ulaşmış ve topladığı yıldızları anneciğinin kucağına bırakmıştı işte… * Cenaze günü, oğlu Barış şöyle demişti babasının tabutunun yanı başında, gözlerinden yaşlar boşalırken; “Benim babam polis oldu, benim babam jandarma oldu, benim babam karacı oldu, benim babam havacı oldu. Ayağı yere basamadan öldü benim babam. Benim babam ölmedi, şehit oldu.Benim babam bir kahramandı. Sizden tek ricam, benim babamı alkışlayın, her kes babamı alkışlasın.”Herkes alkışladı Barış’ın babasını, hepimiz alkışladık göklerin ve yerin fatihini. Üstelik sadece ellerimizle değil, yüreklerimizle de! Aziz Şehidimiz Emekli Albay, Sözleşmeli Pilot Dilaver Karsavuranoğlu, vatanı, milleti ve bayrağı uğruna canını feda etmiş sayısız kahramanlarımızdan biri olarak yüreklerimizde yaşıyor şimdi. Ne mutlu ona ki son nefesinde bile, korkusuzca mücadele ederek, vatanına milletine sahip çıkarak, bu milletin yüreğinde en yüksek makama yükseldi ve Peygamber Efendimize komşu oldu. Tıpkı onun gibi, vatanı uğruna, canı pahasına şehadet şer betinden içen bütün şehitlerimizin yakınlarının ve milletimizin başı sağ olsun. Şehitlerimizin, mekanları cennet, ruhları şad olsun…