Soğuk bir kasım günü, vakit gece yarısıydı. Figen Hanım, rüyasında ince, temiz yüzlü, başak sarısı saçları olan, açık kahverengi gözlü bir delikanlının kendisine sımsıcak gözlerle baktığını gördü. Yemyeşil bir kırda karşılaşmışlardı… Yüzünü ışığa çevirmiş günebakanlar vardı her tarafta. Güneşe sevdalı binlerce günebakan… Figen Hanım, güneş gibi parlayan bu güzel delikanlıyı hiç görmemişti daha önce buralarda ama sanki yıllardır tanıyor gibiydi… Neden sonra “Kimsin sen?” diye sormuştu melek yüzlü delikanlıya. Delikanlı sımsıcak bakışlarını odan hiç kaçırmadan, “Benim adım Ali.” demişti, “Ben yakında şehit olacağım. Eğer bir çocuğunuz olursa benim ismimi koyun. Ali olsun adı.” * Figen Hanım, bu sözler kulağında yankılanırken kan ter içinde uyandı; gözlerinden yaşlar akıyordu. Eşi Mehmet Komutan da telaşla gözlerini açtı, bir bardak su uzatırken neler olduğunu sordu kan ter içindeki eşine… Figen Hanım, biraz kendine geldikten sonra, gördüğü rüyadan bahsetti; Ali adında, ondokuz bilemedin yirmi yaşlarında bir delikanlının rüyasına girip, “Çocuğunuz olursa adını Ali koyun.” dediğini anlattı. Mehmet Komutan, “Hayırdır inşallah.” deyip, eşinin gözyaşlarını eliyle silip, karısının üstünü örttükten sonra ikisi de tekrar gözlerini kapattı, bu rüyanın anlamını başka rüyalarda bulmak ister gibi uykuya daldılar… Figen Hanım ve Mehmet Komutan, yıllardır bir çocukları olsun istiyorlardı; mutlu bir evlilikleri vardı, birbirlerini seviyorlardı fakat Allah onlara bir evlat nasip etmemişti henüz. Evlatlarının olması için çareler arıyorlardı. Tekbir dilekleri vardı bu hayatta; vatana, millete hayırlı, kendilerini gururlandıracak bir evlatlarının olması, ne çare ki bir türlü kucaklarına alamamışlardı yavrularını… Kokusunu doya doya içlerine çekememişlerdi. Figen Hanım analığa, Mehmet Komutan ise babalığa hasretti yıllardır… Belki de bu yüzden Mehmet Komutan, bütün askerlerine oğluymuş gibi davranırdı. Kendi kanından, canından olmasa da emrindeki tüm askerlerin üzerlerine titrer, hepsini bir oğul kabul ederdi. Her biriyle ayrı ayrı ilgilenir, gurur duyardı; vatanını savunan, gözünü kırpmadan canını vatanına teslim edecek bu kahraman Türk askerleri, Mehmet Komutanın evlatları olmuştu… En çok da Balıkesirli Jandarma Er Ali Aydoğan’a ısınmıştı içi son görev yeri Tunceli Ovacık’ta. Hem Mehmet Komutanın hem de bütün üstlerinin gözbebeğiydi Ali… Öyle iyi huylu, öyle temiz bir delikanlıydı ki herkes büyük bir sevgiyle sahipleniyordu onu. Çok da cesurdu; görevi boyunca atılganlığı ve kararlılığıyla, şanlı Türk Ordusu’na yaraşacak biçimde savaşmış, tüm operasyonlarda, en ön saflarda yer almak için can atmıştı adeta. Çocukluğundan beri hep çok sevilen bir delikanlıydı Ali. Olgunluğuyla, güzel huyuyla yaşıtlarının içinde parmakla gösterilirdi. Büyüklerine karşı saygılı, küçüklerine karşı sevecen, son derece korumacı ve hassas bir çocuktu. Ailesini el üstünde tutardı. Daha küçücük yaşında erkenden uyanır, abdestini alır, sobayı yakar, sonra annesiyle babasını uyandırırdı heyecanla; “Sabah ezanı okunuyor, hadi kalkın, namazınızı kılın. Sabah güneşi üzerinize doğmasın” diye onları kaldırırdı sıcak yataklarından. Dinine, geleneklerine çok bağlı bir çocuktu; orucunu tutar, her gün beş vakit namazını kılardı. En büyük hayali babası ve annesini Hacca gönderebilmekti. Bunun için daha küçüklüğünden itibaren bulduğu her işte çalışarak yevmiyelerini harcamadan biriktirmeye başlamıştı. Kur’an öğrenmek istemiş, babası onu Balıkesir Eski Camii’ndeki Kur’an kursuna yazdırmıştı. Güzel ahlâkıyla orada da kendini hemen kabul ettirmiş, zor durumdaki insanlara çay, çorba, ikinci el giyecekler taşıyarak hayırseverliğini ortaya koymuştu. Hızlı öğrenme kabiliyeti ve zekasıyla da kısa sürede hocalarının gönlünde taht kurmuştu. Ali’nin meslek olarak gönlünde yatan aslan çocukluğundan beri belliydi; o asker olmak istiyordu. En büyük hayaliydi bu. Daha küçüklüğünden itibaren şehit haberlerini gördükçe yüreği sızlıyordu Ali’nin. Kurtuluş savaşında dökülen kanlar sayesinde özgürce yaşadığımız vatanımıza yapılan saldırılar karşısında öfkeyle doluyordu. Liseden mezun olup bir an önce askere gidebilmek, vatan topraklarının düşmanlara karşı savunulmasında görev yapmak istiyordu. Dediğini de yaptı. Jandarma oldu Ali, Tunceli Ovacık’tı görev yeri. Annesi ve babası, oğullarından ayrılmanın üzüntüsüyle gözleri yaşlı ama vatanı savunacak olduğu için de bir o kadar gururla yolcu ettiler Ali’yi. Yine de akılları hep ondaydı; kıymetli oğullarından ayrı kalmak zor geliyordu. Ali’nin ailesinin evi, Balıkesir Şehitliği ile aynı istikametteydi. Ali, askere gittikten sonra babası bir gün oradan geçerken gayri ihtiyari şehitliğe kaymıştı gözü, vatanı savunma uğruna canını feda eden binlerce şehidimizi düşünmüştü gözleri dolu dolu. Sonra boş bir mezar alanı ilişmişti gözüne, “Kimler defnedilecek acaba buraya?” diye içinden geçirmiş; yürümeye devam etmişti. O an bilmiyordu elbette, terhisine yirmi gün kala oğlunu kendi elleriyle tam da o boş mezar alanına defnedecekti… * Figen Hanım’ın geçen gece rüyasında gördüğü melek yüzlü Ali, ikinci defa ziyaretine gelmişti uykusunda. Yine yemyeşil, insanın içini huzurla dolduran bir yerdeydiler… Bu kez günebakanlar yoktu etrafta, sadece henüz boy vermemiş filizler vardı alabildiğine… Ali, Figen Hanım’a doğru yaklaşıp, bir mezarı işaret etmişti ona; “Bak… Şurası benim mezarım.” diye… Figen Hanım, oraya dönüp bakmıştı, Ali, devam etmişti, “Mezarımın ayak ucunda bir filiz yeşerecek. İşte o sizin evladınız olacak. Ne olur, çocuğunuza benim adımı koyun. Ali…” * Figen Hanım, daha da sarsılmış bir şekilde uyanmıştı o sabah. Bu delikanlıyı ikidir üst üste görüyordu rüyasında, “İki kere görmek hayra alamet olur inşallah” diye dua ederken kendini pek iyi hissetmemeye başlamıştı. Midesi bulanıyordu, belki de üşütmüştü; “Biraz dinlensem geçer” demişti ya nafile, hepten kötü olmuştu. Çareyi hastaneye gitmekte bulmuştu Figen Hanım. Eşi telaşlanmasın diye de ona haber vermemişti durumu. Hemen tetkikler yapılmıştı; Figen Hanım, endişeliydi, kötü bir şey olmasından korkuyordu ama doktor gülümsüyordu sonuçları açıklamak için yanına geldiğinde, “Gözünüz aydın, anne olacaksınız!” Figen Hanım’ın gözünden yaşlar akmaya başladı sevinçten; yıllardır bekledikleri bu güzel haberi bir an önce eşi Mehmet Komutana vermek istiyordu. Heyecanla aradı kocasını. Mehmet Komutan, çalan telefonunu açtığında sesi hiç iyi değildi; karısına akşama konuşabileceklerini ve şimdi telefonu kapatması gerektiğini söyledi. Figen Hanım, biliyordu eşinin görevinin ne kadar zor olduğunu; hiç gönül koymadı o yüzden, sabırla akşamı bekledi. Akşam, Mehmet Komutan eve geldiğinde, allak bullaktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, kendinde değil gibiydi. Figen Hanım, onu görünce kötü bir şey olduğunun anladı. Mehmet Komutan, koltuğa çöküp, “Oğullarımdan biri, şehit oldu… Hem de terhisine yirmi gün kala…” dedi, gözünden oluk oluk yaşlar akarken. * O sabah, Mehmet Komutan, Ovacık’ta terör örgütüne karşı düzenlenen bir operasyonun başındaydı. Terhisine yirmi gün kalan Ali, heyecanla komutanının yanına gelmişti. “Ben de geleceğim komutanım” demişti kararlılıkla. Mehmet Komutan kabul etmemiş; “Yirmi gün kaldı terhisine oğlum, operasyona katılmanı istemiyorum” demişti. Ali, incinmiş gibi bakmıştı komutanına, “Komutanım, burası ana kucağı değil, asker ocağı. Son günüme kadar sizi ve arkadaşlarımı yalnız bırakmayacağım” demişti. Haklıydı Ali, mühim olan terhise kalan gün değil, vatan topraklarının düşmana karşı savunulmasıydı. Mehmet Komutan onu bu şereften mahrum bırakmanın haksızlık olacağını anladı… “Hadi o zaman.” dedi. Ali, sevinçle silahını aldı, komutanı ve asker arkadaşlarıyla birlikte operasyona katılmak için yola koyuldu. Göreve gitmeden hemen önce bir fırsatını bulup annesini arayıp, “Merak etme, çok iyiyim anacığım. Operasyona gidiyoruz, çok yakında yanınızdayım” dedi Ali. Annesi endişeli “Ne olur dikkat et.” deyince Ali, “Merak etme anacığım, ikinci babam yanımda “dedi.Mehmet Komutanı kastediyor du, “Gözün arkada kalmasın…”İçi rahat etmişti anacığının, birilerinin oğlunu kollaması, koruması az da olsa içine su serpmişti. * Ali ve silah arkadaşları görev yerindeydiler. Türk Ordusu, şiddeti her saniye artan bir volkan gibi düşmanın üzerine yağıyordu. Ali de dikkat kesilmiş, tüm kararlılığıyla mücadele ediyordu. Gerekirse canını ortaya koyacak ama ne pahasına olursa olsun ülkesini koruyacaktı.Yanında arkadaşları, büyük bir motivasyonla teröristlerle çatışmaya girmişlerdi. Kurşunlar iki taraftan da sağanak gibi yağıyordu. Kulakları silah sesinden uğuldamaya başlamıştı Ali’nin. Ne olursa olsun pes etmek yoktu; derken yanındaki arkadaşı vuruldu, iyice hırslandı Ali, tetiğe asıldı; fakat o anda bir kurşun Ali’ye isabet etti. Vakit gelmişti, hissediyordu… Bu sırada Mehmet Komutan, uzaktan, Ali’nin vurulduğunu görmüştü; sürünerek yanına gelip, onu kontrol etmek, nasıl olduğunu görmek istemişti ama Ali çoktan son nefesini vermiş, şehadet şerbetinden içmişti. Askeriyenin gözbebeği Ali, şehitler ordusunun bir neferiydi artık. * Figen Hanım, kocasının şehadete eren askerinin adının Ali olduğunu duyunca şaşırdı; bu Ali, rüyalarına gelen Ali olabilir miydi? Şehit Jandarma Er Ali Aydoğan’ın fotoğrafını istedi kocasından. Mehmet Komutan, Ali’nin fotoğrafını gösterince Figen Hanım, emin oldu, rüyalarına gelen delikanlı Ali’ydi. Karı koca bu olağanüstü durum karşısında birbirlerine sarılarak gözyaşlarına boğuldular… * Bebekleri Ali doğduktan birkaç sene sonra, Mehmet Komutan ve Figen Hanım, oğullarıyla birlikte, Şehit Ali Aydoğan’ın ailesini ziyaret etmek istediler. Ali’nin yeri onlar için başkaydı çünkü. Kapıyı çaldılar, şehidimizin babası açtı kapıyı, annesi de yanındaydı.Mehmet Komutan, kendilerini tanıttı: “Ben Komutan Mehmet, eşim Figen ve oğlumuz Ali Mert. Ali’nin komutanıydım” dedi. Şehidimizin babası da tanıttı kendilerini; “Ben Şehit Ali’nin babası Mehmet, bu da eşim Figen…” İki aile gözyaşları içinde birbirlerine sarıldılar. Şehit Jandarma Er Ali Aydoğan gibi vatan toprakları ve bayrağı uğruna canını feda eden ve Şehitlik Mertebesine ulaşan tüm askerlerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlara ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz. Tüm şehitlerimizin mekanları cennet, ruhları şad olsun…