Aydınlık, sıcacık bir temmuz sabahıydı Burdur’da. Lavantaların hasat vaktiydi. Bütün şehir burcu burcu lavanta kokuyor ve Akif’in kabrinin başına kadar ulaşıyordu rayihası… Başucunda eşi Gülsüm Hanım ve oğulları, ellerini gökyüzüne açmış, dua ediyorlardı, şehitlerinin ruhuna El Fâtiha diyerek. Hepsinin gözlerinde kedere bulanmış bir öfke hüküm sürüyordu. Gülsüm Hanımın, polis memuru olan eşinin şehadetinin üzerinden, dile kolay, tam dört yıl geçmişti ve bir zerre bile dinmemişti o keder yüreğinde… Bazen öfke olup taşıyordu, bazense gözyaşı olup yağıyordu ama hep taptaze duruyordu yerli yerinde. Zaman geçiyordu ya alışamıyordu insan sevdiği birinin kaybına. Hele ki zalim bir kurşun sebep olduysa buna… Öfke bir çığ gibi büyüyordu yürekte. *Polis Memuru Akif Altay, 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe girişimi sonucu şehadet şerbetinden tatmıştı. “Ezan dinmesin, bayrak inmesin.” diyerek bir gül bahçesine girercesine kara toprağa girmişti, vatan savunmasında terki diyar eden bütün şehitlerimiz gibi… Ailesinin tek tesellisi ise o hep istediği, şehadet makamına ulaşmış olması ve çok sevdiği memleketi Burdur’a, ay yıldızlı bayrağa sarılı tabutuyla bir destan yazarak dönmüş olmasıydı… Şimdi Burdur’un lavanta kokusuna, Akif’in gül kokusu karışmıştı… O semai kokuyu bir kere daha almıştı Gülsüm Hanım. Eşinin şehadetinden sonra gittiği Hac ziyaretinde… Hazreti Peygamberimize, “Yaradan Rabbinin adı ile oku.” (Alak Suresi, 1.Ayet) ile başlayan, cihana adaleti, medeniyeti, insanca yaşamayı yaşayarak öğretmesi için ilk ayetin indiği, ilk kez görevlendirildiği zirveye ulaşmaya çalışıyordu müminler. Tanıdık olsun olmasın, herkes birbirine yardım ediyordu. Hira Mağarasına girmek için sıra beklemeye başlamıştı Gülsüm Hanım da. Tümsekten atlaması gerekiyordu ama geçememişti. Bu sırada yanına bir adam yaklaşmış ve “Ben sana yardım edeceğim.” diyerek, bir anda uçar gibi atlatmıştı onu tümsekten. Gülsüm Hanım o an, öyle güzel bir rayiha duymuştu ki, şehit eşi Akif’i hatırlamıştı… Teşekkür etmek için yüzünü ona döndüğünde adam çoktan gitmişti. Önce hayal gördüm sanmıştı Gülsüm Hanım ama yanındaki diğer hanımlar da şahit olmuştu bir adamın ona yardım ettiğine ve ansızın ortadan kaybolduğuna… İşte o zaman anlamıştı Gülsüm Hanım, şehitler ailelerini hiçbir zaman yalnız bırakmıyor, zor anlarında ortaya çıkıp yardım ediyorlar dı… Onlar, her zaman ailelerinin yanındaydı. Akif de “En büyük servetim” dediği üç evladıyla eşinin yanındaydı ebediyen… Eşiyle birbirlerini severek evlenmişlerdi. Çok büyük umutlarla kurmuşlardı yuvalarını. Her şeylerini birlikte, el ele vererek yapmışlar, Akif de eşi de çalışkanlıkları ve azimleriyle, ekmeklerini taştan çıkartarak ve birbirlerine destek olarak inşa etmişlerdi bu güzel yuvayı. Çok çalışıyordu Akif, gecesi gündüzü yoktu mesleğinin ama asla çocuklarını ve evini ihmal etmiyordu. Onları fedakârlıklarla okutmuş, büyütmüştü. Hiçbir zaman aç kalmamış, geçinip
gitmişlerdi şükür ama Gülsüm Hanım bazen, “Keşke çalışmasaydın, bir dilim ekmeği bölüşseydik de onca tehlikenin içine girmeseydin.” diye sitem ediyordu kocasına, kıyamadığı için. Ona kalsa, mesleği bırakmasını isterdi Akif’in, çünkü korkuyordu. Her görüşmeleri sanki son görüşmeleri gibi geliyordu.Çok tehlikeli görevlere gidiyor du Akif. Başarılıydı, korkusuz, cevval bir polis memuruydu. En önemli operasyonlarda hep onun adı zikrediliyordu. Bazen gittiğinde, günlerce ulaşılamıyordu kendisine. Gülsüm Hanım, evde dört dönüyordu her defasında. Kocasının, çocuklarının babasının başına bir şey gelmesin diye dualar okuyor, hatimler indiriyordu. Polis olmak zordu ya, polis ailesi olmak daha da zordu. Bir şark görevleri olurdu, iki sene sonra memleketin bambaşka bir köşesine tayinleri çıkardı… Alışmak kolay değildi yeni bir şehre… Her defasında yeni okul, yeni arkadaşlar, yeni öğretmenler… O görevdeyken geçen müsamereler, temsiller, doğum günleri… Her seferinde yetişemedi diye yaşadıkları hayal kırıklıkları ve bütün bunlarla tek başına mücadele etmek zorunda kalan eşleri, çocukları… Kolay değildi ama yine de şikâyet etmiyordu Gülsüm Hanım ve çocukları, çünkü biliyorlardı; onları ne kadar sevse de ailesine ne kadar düşkün olsa da vatana hizmet her şeyden önce geliyordu Akif için. O, vatan aşkıyla yanıp tutuşan bir köy çocuğu olarak büyümüştü. Bayrağına, milletine sevdalıydı. Şehit olmak en büyük arzusuydu kendini bildi bileli. Milletine huzur ve sükûnet içinde bir hayat sağlamak tek isteğiydi. Bu uğurda şehit olmaya hazırdı. Öyle görmüştü, babasından ve atalarından. Büyüdüğünde o da tıpkı kendisi gibi vatansever evlatlar yetiştirecekti; toprağı, insanı, bütün canlıları seven, duyarlı, samimi, yardımsever, sabırlı, sadık çocuklar… Doğduğu şehrin ılıman iklimi, onun ruhuna da işlemişti sanki. Kimseyi kınamaz, kimseyi ayıplamaz, herkese anlayışla yaklaşırdı. Bu yüzden herkes tarafından çok sevilir, sayılırdı. Kadirşinas bir yapısı vardı. Bir görev verildi mi, hiç itiraz etmeden, bilakis gönüllü olarak gitmek isterdi her zaman.Akif, Isparta’da görevini yapar ken, geçici bir süre için Ankara Özel Harekat Daire Başkanlığında görevlendirilmişti. Uzun sür meyecekti bu defa gidişi, öyle söylemişti Gülsüm Hanıma. O da onu hayır dualarıyla yollamıştı yeni görev yerine. İnanmak istiyordu bu görevden de dönüp, sağ salim kavuşacaklarına. Teröristlere karşı, dağlarda, tepelerde defalarca mücadele vermiş, Allah hep onlara bağışlamıştı Akif’i, Ankara’dan da gelecekti inşaallah… Bu dualarla uğurladı Akif’i Gülsüm Hanım ve çocukları ama hayatları o günden sonra eskisi gibi olamayacaktı. Vatana içten içe bilenenlerin oyunları, onların yaşamını altüst edecekti. * 15 Temmuz 2016’da Ankara’nın Gölbaşı ilçesindeki Özel Harekat Daire Başkanlığındaki görev yerine geldi Akif. Evine döneceği ve ailesine kavuşacağı günü hayal ederek baktı kaldığı odanın penceresinden dışarı. Güzel, pırıl pırıl bir gündü. “Şimdi çocuklar uyanmış, annelerinin hazırladığı sofraya oturmuşlar, çaylarını içiyorlar dır.” diye düşündü. Ceketinin cebine, tam kalbinin üzerine koyduğu aile fotoğrafını çıkarttı, özlemle baktıktan sonra öpüp, tekrar yerine koyup gülümsedi, aklından onlar geçince hep olduğu gibi. İnşaallah yakında kavuşacaklardı ama şimdi görevine odaklanmalıydı Akif. Bu görev, onun son ve belki de en büyük göreviydi. Namazını kılıp, karısının özenle katlayıp koyduğu çantasındaki kıyafetlerini giyerken, burnuna memleketinin taşına, toprağına sinmiş lavanta kokusu geldi bir an… Kurumuş lavanta çiçeklerini gördü çamaşırların arasında. Hep böyle yapardı hanımı, giysilerin arasına yerleştirirdi kurumuş lavantaları. Kokusu hem şifa olsun hem de huzur versin diye. Her zaman hayran kalmıştı lavantaların bu haline Akif. Hasat zamanı gelip de çiçekleri kırılsa bile ne kokusunu kaybediyordu ne faydasını… Şifa olmaya devam ediyordu her daim, kendi bedeni yok olup gitse bile… “Şehitlerimiz gibi.” diye düşündü Akif. Onlar da bu vatan için kendilerini feda edip, topraklarından koparılsa bile, kanlarının döküldüğü her yer vatan olmaya devam ediyordu. Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un;“Yılmam ölümden, yaradan, askerim; Orduma, “Gazi” dedi Peygamberim. Bir dileğim var, ölürüm isterim; Yurduma tek düşman ayak basmasın.” dediği gibi, vatana düşman ayak basmasın diye canını feda etmeye hazırdı. Düştüğü yerde, yeniden, yeniden doğacağını biliyordu. *Özel Harekat Daire başkanlığında herkes görevinin başındaydı o gün; Akif de öyle. O sırada “Vatanı kurtarmak” adı altında idareye el koymaya çalışan bir grubun, gizli ve hain planlarının farkında değildi hiç kimse. Saatler ilerledikçe yavaş yavaş ülke karışmaya başlamıştı. Önce ne olduğu anlaşılamamıştı ama sonra tablo ortaya çıkmaya başlamış, içeriden bir grubun darbe yapmaya çalıştığı anlaşılmıştı. Bu aymazlık karşısında, vatanını seven herkes elinden geleni yapıyordu düşmana karşı. Özel Harekatın arslanları da giyinmiş, kuşanmış, o heybetli duruşlarıyla işgal altındaki TBMM’ye ve Genel Kurmay Bakanlığı’na doğru yola çıkmak üzere servislere biniyorlardı cengâverce vuruşmak için ama kendi ulusuna karşı hareket etmekte beis görmeyenler de boş durmuyordu bu arada. Güvenlik güçlerimizin tepesinden bombalar yağdırmaya başlamışlardı. Akif de vatanı için vuruşmaya giden yiğitlerin arasındaydı. Çok sevdiği vatanına oynanan oyunlardan ötürü, öfkeyle köpürüyordu kalbi hırçın, dalgalı bir deniz gibi. O an, gözü hiçbir şey görmüyordu memleketinden başka, canını vermeye hazırdı. İnsan dediğin, doğru zamanda ve doğru amaçla canını feda etmeyi bilmeliydi. Bu en büyük onurdu! Bu sırada en yıkıcı olan ikinci bomba da atılmıştı. Patlamanın etkisiyle metrelerce savrulmuştu Akif. Tuhaftır; hiç canı yanmıyor du sadece yüreği acıyordu, vatanına yapılan bu saygısızlığı affedemiyorum bir türlü. Belki de bu yüzden, o vatanperver yüreği, memleketine ve milletine karşı yapılan bu ihanete daha fazla dayanamamış, hep varmak istediği o yere, şehadet makamına doğru yol almıştı. * O gün, Gülsüm Hanım, eşinin kabrinin başından ayrılmadan önce “Allah’ım bizi vatansız, bayraksız, ezansız bırakma.” diye dua etti son kez, elindeki lavanta demetlerini toprağına bırakırken. Kocasının, göreve gitmeden önce, onlara fark ettirmeden, bir kâğıda yazıp, buzdolabına astığı son kelimelerdi bunlar… Akif, ailesi için, çocukları bayraksız, ezansız kalmasın diyerek canını feda etmişti bu vatanın toprağına… Şehit Polis Memuru Akif Altay’ın ve bütün şehitlerimizin, vatan için yaptıkları nesilden nesile aktarılarak, yüreklerimizde ve zihinlerimizde yaşamaya devam edecektir. Tıpkı lavantalar gibi, köklerinden çekilip, koparılsa bile, şehitler ölmeyecek, vatan bölünmeyecektir.15 Temmuz’da bağımsızlığımıza ve demokrasimize göz koyanlara karşı büyük bir ders veren Polis Memuru Akif Altay ve diğer şehitlerimizin bedenleri ebediyete intikal etmiştir belki ama mücadeleleri ve bize bıraktığı bu mübarek emanet ilelebet yaşayacaktır. Onlar, imanın ve inancın karşısında düşmanları hüsrana uğratarak bir kahramanlık destanı yazmıştır. Bizler de 15 Temmuz’da yazılan bu destanı asla unutmayacağız. Şehitlerimizin mekânları cennet, yattıkları yer nur olsun.