Dokuz kardeş, memleketleri Hakkâri’ye gitmek için uçaktaydı. Uçağın havalanırken çıkardığı gürültü, köylerinde, bazı geceler dağlardan gelen çatışma seslerini hatırlatmıştı hepsine. Birbirlerinin elini sımsıkı tutup, “Bitsin.” diye beklemeye başlamışlardı, tıpkı o korku dolu gecelerde yaptıkları gibi. Bu sırada en küçükleri, uçağın o dar penceresinden dışarı bakınca, kanatlarının titrediğini ve hızlandıkça daha da sallandığını gördü. Kopacak sandı! “Ablaa!” diye, uçağın uğultusuna karışan bir çığlık atıp, koynuna saklandı. Henüz beş yaşındaydı. Ablası, onu sakinleştirmek için sımsıkı sarılırken, kendi de gözyaşları içinde, bildiği bütün duaları okuyordu ama korkudan değildi onunki, kederdendi… Çünkü çok sevdikleri, senelerdir onlara hem ağabeylik hem de babalık yapan, bir tanecik ağabeyleri Abdusselam şehit olmuştu. Şimdi de canları kadar sevdikleri ağabeylerine son görevlerini yapmak için Ankara’dan, memleketleri Hakkari’ye gidiyorlardı… * Teğmen Abdusselam, dokuz kardeşinin gözünde de bir kahramandı. Kardeşleri, daha iyi bir hayat yaşasınlar diye, hepsini Hakkari’den alıp, Ankara’ya getirmişti birkaç sene önce. Okusunlar ve iyi bir hayat kursunlar istiyordu. Teğmen maaşıyla bir ev tutmuştu onlara. İçini iyi, kötü döşemiş, küçük bir televizyon almış, internetlerini bile bağlamıştı. Hepsini okula yazdırmış, üzerlerine giysiler almış, daha şanslı coğrafyalarda doğup, büyüyen yaşıtları gibi, huzurlu bir ortamda yaşayabilsinler diye, elinden geleni yapmıştı. Bir tek ablaları ve en küçükleri okula gitmiyordu… Ablaları da onların ev işlerini görecek, yemeklerini yapacak, küçük olanlara annelik edecekti. Gül gibi geçinip gideceklerdi işte. Kolay değildi elbet, insanın memleketini bırakıp, kilometrelerce uzağa, hiç bilmediği bir şehre gitmesi, hele çocuk yaşta. Evlerini, arkadaşlarını, akrabalarını belki de uzun süre göremeyeceklerdi ama Abdusselam, kardeşlerinin daha huzurlu bir yerde yaşamalarını istiyordu. Gençlikleri, çocuklukları heba olmasın diye… Abdusselam, annesini ve babasını da getirmek istemişti Ankara’ya ama onlar köylerinden ayrı kalamazlar, büyük şehre kolay uyum sağlayamazlardı. Öyle demişti babası Salih Bey. “Öleceksem de burada ölürüm” diye eklemişti… Doğduğu yerde ölmek istemek, insanın hakkı değil miydi? Anne Zübeyde Hanım da onaylamıştı beyinin bu sözlerini. Onca çocuk büyüttükten sonra, yeni bir düzen kuracak ne gücü ne de takati kalmıştı artık. Bir yandan evlatları yanlarında olsun istiyorlardı ama diğer yandan, onların daha iyi günler görebilmeleri için bağırlarına taş basmak zorunda olduklarını da biliyorlardı. Çünkü terör örgütü, devletin ve askerin bütün çabasına rağmen, gençleri ve çocukları rahat bırakmıyordu köylerinde. Onları, hendeklerle, bombalarla, en gelleyip, devletin halka getirdikleri hizmetleri sabote edip kışkırtarak, bezdirerek, yanlarına çekmeye çalışıyorlardı. Köylerinden bazı çocuklar, bu şekilde terör örgütünün ağına düşmüş, bir anlamda kurban olmuştu onlar için. Ya onların kanlı silahını tutuyorlar ya da o silahın namlusunun ucundaki hedef oluyorlardı. Kardeş kardeşe düşman olmuştu. Bir zamanlar sokaklarda birlikte top oynayan, aynı ekmeği paylaşan çocukların bir bölümü, şimdi dağdan inip, köy basıyor, zorbalık yapıyordu ama Abdusselam gibi, kendini terör örgütünün tuzaklarından kurtarmayı başaranlar çoğunluktaydı elbette. Devletin iradesinin, gücünün farkındaydı onlar. Babası, vatansever bir korucuydu Abdusselam’ın. Cesaretini, gözü karalığını ondan almıştı belli ki. Hiçbir zaman tehditlere kulak asmamış, sinmemiş, köyünü terörden korumak için elinden geleni yapmıştı Salih Bey. Vatan ve bayrak aşkıyla yetiştirmişti hem Abdusselam’ı hem de diğer çocuklarını. Erdemli ve vicdanlı çocuklardı her biri tek tek, hele Abdusselam… Çok yardımsever, çok merhametli bir çocuktu. Kendilerinden daha müşkül durumda olanlara, her fırsatta yardım elini uzatırdı. Bir defasında, bir kış günü, okula giderken, anneciğinin onun için ördüğü kazağı, önlüğünün üzerine giyip çıkmıştı evden. Geri döndüğünde kazağı yoktu, bir tek önlüğü vardı üzerinde. Annesi merakla, kazağını sormuştu. Biri bir şey mi yaptı diye endişelenmişlerdi babası da o da. Abdusselam, önce söylemek istememişti ama babası ısrar edince anlatmıştı olan biteni. Dönüş yolunda, üstünde başında hiçbir şey olmayan, kendi yaşlarında bir çocuk görmüş, onun haline üzülüp, kazağını çıkarıp vermişti. Babası öyle duygulanmıştı ki, gözünden bir damla yaş akar ken, Peygamber Efendimizin şu hadisini dile getirmişti; “Bir kimse, bir müminin, dünya sıkıntılarından birini giderip ferahlatırsa, Allah da kıyamet günü onun sıkıntılarından birini giderir.” Sonra, “Sen de o çocuğun bir sıkıntısını giderdin. Allah senden razı olsun benim güzel yürekli oğlum.” diye eklemiş, oğlunun saçlarını okşamıştı sevgiyle. İnsanlara çok kıymet verirdi Abdusselam. Dostluğun, arkadaşlığın değerini bilirdi. Dürüstlüğü, insanlara yaklaşımı ve iyi yüreğiyle köydeki herkes tarafından çok sevilirdi. Sevdiği insanlar zarar görürse, günler ce kendisine gelemez, onların derdiyle dertlenir, üzülürdü. İlk büyük yarasını da en yakın arkadaşını kaybettiğinde almıştı. Daha küçücükken aynı mahallede top koşturduğu, en yakın arkadaşı, teröristlerin serseri bir kurşunuyla vurulup gözlerinin önünde ölmüştü. Halbuki büyüdüklerinde, futbolcu olup, beraber aynı takımda oynayacaklardı. Abdusselam, kaleci olacaktı, o santrafor, ama olmamıştı. O gün karar vermişti Abdusselam, futbolcu değil, yiğit bir asker olacak, terörün kökünü kazıyacaktı. Arkadaşının ve daha nice şehitlerimizin yarım kalan görevini o tamamlayacaktı. Azimliydi ve çok çalışkan bir çocuktu Abdusselam. O imkansızlıklar içinde bile, derslerinde çok başarılıydı. Her akşam, teröristlerin bombaları yüzünden kesilen elektriğe rağmen, mum ışığında ödevlerini bitirir, sabahın beşinde kalkar, erkenden yola koyulurdu, okula varmak için. Öğretmenleri onu çok sever, ileride çok başarılı olacağına inanırlardı. Gerçekten de inadı, zekâsı, azmi ve çalışkanlığıyla, ilköğretimden sonra, Kara Harp Okuluna girmeyi başarmıştı. Ailesinin de bütün köyün de gururuydu o. En çok da kardeşlerinin… Hayranlardı ağabeylerine. Onun bilgisine, görgüsüne, cesaretine… Ne zaman başları sıkışsa, o her şeyi sağ duyusuyla ve zekasıyla mutlaka hallederdi. Ankara’ya gidince de öyle olmuştu. Başkente ilk geldikleri günü dün gibi hatırlıyordu kardeşleri… Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün kabrinin olduğu, büyük meclisin kurulduğu, o burcu burcu “istiklâl” kokan şehre geldikleri için heyecanlılardı. Ellerini kollarını ne yapacaklarını bilmiyor, şaşkın şaşkın etrafa bakıyorlardı. Abdusselam, onların çekingenliğini fark etmiş, “Korkacak bir şey yok. Ben yanınızdayım.” demişti her zamanki sahiplenici tavrıyla. Gerçekten de Hakkâri’de olduğu gibi, Ankara’da da hep yanlarında olacaktı ağabeyleri. Başlarında anne, baba yoktu belki ama Abdusselam, onlara hem anne hem baba olmayı bilirdi. Koca bir çınar gibi, gölgesi bile yeterdi onun. Ne yağmur, ne fırtına, ne boran… Hiçbir şey onlara değmezdi, Abdusselam sayesinde. Uzakta bile olsa, her daim soluğunu yanlarında hissediyorlardı ağabeylerinin; ta ki o kara haberi aldıkları güne kadar… * O gün, kardeşlerinden büyük olanı, ağabeyine bir türlü ulaşamamıştı telefonla. Bir süredir Diyarbakır Sur’daki operasyonlarda görevliydi Teğmen Abdusselam. Aslında Diyarbakır Cezaevinde çalışıyordu. Görevinden de memnundu ama yetmiyordu ona, daha fazlasını yapmak istiyordu vatanı ve milleti için. En son, Diyarbakır’da, iki teğmen arkadaşının Sur’da şehit düştüğü haberini aldığı gün, bardağı taşıran son damla olmuştu Teğmen Abdusselam için. O gün kardeşini arayıp, “Ben neden arkadaşlarımın şehit olduğu yerde değilim?” demişti hırsla. Sürekli kendisini sorguluyordu. Belki orada, yanlarında olsaydı, onları kurtarabilir, koruyabilirdi. İçi içini yiyordu. Geceleri uyuyamıyor, sürekli o iki arkadaşını görüyor du rüyalarında. Onların kanını yerde bırakamazdı. Buna gönlü razı gelmezdi. Tıpkı çocukken, bir serseri kurşunla öldürülen en yakın arkadaşının kanını yerde bırakamayacağı gibi. Bu olaydan birkaç gün sonra dilekçe verip, arkadaşlarının şehit olduğu yere atanmayı talep etmişti. Gönüllü olarak Sur’a gidip, vatanı için çarpışmaya başlamıştı Teğmen Abdusselam. Ağabeyi Sur’a gittikten sonra, Diyarbakır Cezaevinde olduğu kadar rahat ulaşamıyorlardı ama yine de günde bir kere konuşabiliyor lardı onunla. Lakin o gün arama mıştı Abdusselam, telefonlarını da açmamıştı. Aklına türlü türlü şeyler gelmeye başlamıştı ki kardeşlerinden biri dış kapıyı açıp eve girdi. Yüzü allak bullaktı. Neler olduğunu sordu kardeşine… “Ağabeyim.” dedi eve gelen kardeşi, gözyaşları içinde, “Şehit olmuş.” Bir an idrak edemedi duyduklarını… İçinde döndü durdu kelimeler… “Şehit olmuş…” Abdusselam, o gölgesi herkese yeten çınar, o kardeşleri için, vatanı için kendini siper eden yiğit ağabeyleri, şehit olmuş… * Lapa lapa kar yağıyordu Hakkari’de. Abdusselam çok severdi kar havasını. Hep derdi ki “Nasip olur da bir gün, şehadete erer sem, karlı bir günde koyarsınız beni toprağıma inşaallah…” Gerçekten de öyle olmuştu. Şair Ziya Gökalp’in dizlerindeki gibi; “Cenk meydanında nice koç yiğit, Din ve yurt için oldular şehit…” Abdusselam da din ve yurt için şehit olmuştu… Üstelik, tam da istediği gibi, Peygamber Efendimizin hırkası, kar olmuş, yağmıştı onun sırtına. O kardan hırkayla kavuşuyordu şimdi Allah’ına… * Kardeşleri, uçaktan indikten sonra, Diyarbakır’dan abilerinin cenazesini almış, memleketleri Hakkari’ye gelmişlerdi. Cenaze namazının ardından, çok sevdikleri şehit ağabeylerinin naaşını omuzlarında taşıyarak getirmişlerdi kabrine. Bir zamanlar ağa beyleri, onları omuzlarında taşırken, şimdi ağabeylerini taşıma sırası onlardaydı. Kız kardeşinin avucunda bir avuç toprak vardı. Ağabeyi, Diyarbakır Sur’daki çatışmada vurulup, düşmeden evvel,avucunda sımsıkı tuttuğu topraktı bu. Arkadaşlarına vermiş ve “Eğer şehit düşersem, kardeşlerim bunu mezarıma atsın.” diye vasiyet etmişti… İşte o toprak, ağabeylerinin uğruna canını verdiği vatan toprağıydı, cenazesine gelen arkadaşları getirmişti emanetini. Ağabeyinin duası okunduktan sonra, mezarına bıraktı kardeşi… Uğruna can verdiği vatan toprağı, abisine yoldaşlık edecekti artık…Şehit Jandarma Teğmen Abdusselam Özatak, başta kar deşlerine olmak üzere, bu milletin bütün çocuklarına özgürce yaşayabilecekleri, müreffeh bir Türkiye bırakmak için canını siper etti ve şehadet şerbetinden tattı. Yüreğiyle, azmi ve cesaretiyle bir destan yazan, Şehit Jandarma Teğmen Abdusselam Özatak ve aziz şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz.